Bir ortak ahlak kuralı (Zarar Verme) önerisi üzerine..(2) – Tınaz Titiz Yazdı
Geçen yıl Mayıs ayında yazdığım “Bir ortak ahlak kuralı (Zarar Verme) önerisi üzerine” adlı yazımda[1] şöyle bir paragrafla, zarar ve yarar kavramlarının bağlantısını kurmaya çalışmışım; ama doğrusu o gün bugün aklımı kurcaladığına bakılırsa kendim de kastımı sanki iyi ifade edememişim:
“Zarar vermek ve yarar sağlamak fiilleri genellikle birbirinden kopuk olarak kullanılabiliyor. Yani kişinin bir diğer varlığa hem zarar vermeyip, üstüne de iyilik yapabileceği ileri sürülebilir. Halbuki, Zarar Verme ilkesiyle vurgulanan özellik, zarar vermeme ve yarar sağlama fiillerinin kopuk değil “birbirini içerleyen” (mutually inclusive) olmalarıdır. Daha açık deyişle, zarar vermeyen bir fiilin aynı anda zaten yarar sağladığı; yarar sağlamanın, zarar vermeme dışında bir yolunun bulunmadığı demektir.”
Bu yazımda bir girişimde daha bulunup, aslında “yarar sağlamak” gibi bir bağımsız eylemin olamayacağını; eğer bir zararı önleme işlevi olmayan bir yarar varsa onun da aslında zarar verici olduğunu açıklamaya çalışacağım. Önce zarar ve yarar kavramlarından ne anladığımı tanımlayım: Zarar, “önemsediklerimizin[2] yaşamlarını sürekli olarak yenileyebilmeleri[3] sürecinin kesintiye uğramasına yol açabilecek” etkilerdir. Yarar ise “yenilenebilirliği güçlendirici etkiler”dir.
Burada hemen sorulabilecek bir soru, “canlı ve cansızlar bütününün yenilenebilirliği”ni değil daha alt düzeyleri (ben, ailem, milletim, etnik veya inanç yoldaşlarım gibi) kümeleri seçenler açısından zarar ve yararın anlamlarının tutarlı olup olmadığıdır. Örneğin önemsenen küme mesela “ben ve ailem”den ibaretse, bu kümenin yararları, daha üst küme(ler)in yenilenebilirliklerinin zarar görmesi pahasına olabilir. Bu durumda bir aile pekala kendi varlık amacına (yani ailenin yenilenebilirliği) hizmet yolunda mesela millet kümesinin yenilenebilirliğini hiçe sayabilir ve bunu da kendi dünya görüşüyle turarlı olduğunu savunabilir.
Nitekim böyle bir durumda “hasenat”[4] peşinde kendi dışındakileri tahrip ederek (yani zarar üreterek) yarar sağladığını iddia edecektir. Buradan hemen çıkarılacak birinci sonuç yarar’ın, zarara yol açmaMAk olduğu, yenilenebilirliğe bir katkısı olmadığı halde girişilecek eylemlerin salt entropi artışı (zarar) yarattığıdır. Çıkarılabilecek ikinci sonuç ise, bütünü -tüm karar ve eylemleryle- öncelemeyen dünya görüşlerinin yarar değil zarar ürettiği; ama bunların yarar zannedildiğidir.
Bu çerçevede sorulabilecek bir diğer soru ise şudur: İnsanlığın özellikle XVIII yy ve sonrası sanayi devriminden itibaren giderek hızlanan doğadan kopuş sürecinin bugün getirdiği noktada, canlı-cansız bütününü önceleyen bir yaşamdan giderek uzaklaşıyoruz. Bu süreç içinde bütünün kendini yenileyebilirliği gibi bir yaşam amacı ne ölçüde mümkündür? Ve böylesi bir ortamda zarar ve yarar kavramlarının gerçek bir karşılığı olabilir mi?
Bu sorunun -zorunlu- cevapları şu birkaç bileşeni içerecek gibi görünüyor:
Ne insanlık ailesinin ne de onun bölümlerinin, bulunduğu “bütünü tahrip ederek yaşama” noktasından, “bütünün yenilenebilirliğini gözeten” noktasına sıçraması mümkün bir yaklaşım değildir.
Mümkün olan yaklaşım “daha farklı bir yaşam mümkündür”[5] ile özetlenen ve bu yaklaşım yandaşlarının savunuculuk (advocacy)[6] yoluyla giderek yaygılaştırılacak Döngüsel Ekonomi[7] modeli olabilir.
Döngüsel Ekonomi ve onun sosyal yaşamdaki yansımalarının birbirini destekler biçimde etkiler üretebilmesi için çeşitli kurumların (siyaset, STK, bürokrasi vd) yeniden yapılanabilmelerine imkan sağlayabilecek küresel tasarımlara ihtiyaç var. Bu tür tasarımlar yapmak ve/ya var olanlara eklemlenerek katkıda bulunmak zarar önleyici (yararlı) girişimler sayılmalıdır.
Bu yolda yapılan / yapılabilecek çalışmalar, canlı-cansız bütününün kendini yenileyebilirliğini güçlendirici olduğu sürece “yararlı” (yani zararı azaltıcı, önleyici); iyi niyetlerin yeterli çabalarla birleşmeyip bu düzeyin altında kaldığı sürece zarar verici; çaba harcar gibi görüntüler ve sürekli şikayetler eşliğinde yarar sağlama iddiaları eşliğinde olduğu takdirde ise kasıtlı zarar verici sayılmalıdır.
Tabii ki bu olumlu veya olumsuz çabalar atbaşı birlikte sürecek gibi görünüyor. Bu mücadele sürerken bir yandan da Tazmin Yasası (adı verilebilecek)[8] bir fiili yaptırım işleyecektir.
İnsan dışı (orangutan[9] gbi) ve canlı dışı (Wadden denizi[10] gibi) örnekler tek değildir. Örneğin:
Wadden Denizi ve orangutanlar dışında, bazı ülkeler ve yargı bölgeleri tarafından diğer canlılara ve hatta bazı doğal varlıklara özel haklar tanınmıştır. Bu haklar genellikle belirli hayvan türlerine veya doğal ortamlara “kişilik” statüsü verilmesi şeklinde olur. İşte bazı örnekler:
Nehirler: Yeni Zelanda, 2017 yılında Whanganui Nehri’ne yasal kişilik statüsü vererek dünya üzerinde bu statüye sahip ilk nehir yaptı. Bu kararla birlikte nehrin kendi hukuki temsilcileri atandı.
Diğer Hayvan Türleri: İspanya, 2021 yılında hayvanların yasal statüsünü “eşya”dan “canlı varlıklar” olarak değiştirerek evcil ve vahşi hayvanlara daha fazla koruma sağladı.
Ormanlar: Hindistan’ın Uttarakhand Yüksek Mahkemesi, 2017 yılında Himalayalar’daki bazı ormanları, nehirleri, akarsuları ve buzulları “canlı varlıklar” olarak tanıyarak onlara belirli haklar verdi.
Dağlar: Yeni Zelanda, aynı zamanda Mount Taranaki’ye de yasal kişilik statüsü verdi. Bu, yerel Maori kabilesi ile hükümet arasında yapılan bir anlaşmanın bir parçasıydı.
Bu örnekler, doğal dünya ve hayvanlar üzerindeki insan etkisinin tanınması ve korunması adına atılan adımları göstermektedir. Bu tür yasal tanımlamalar, çevre koruma çabalarını güçlendirme ve doğal dünyayla insanlar arasındaki ilişkiyi yeniden şekillendirme potansiyeline sahiptir.