Sömürgecilik kısaca, yabancı bir grup tarafından insanların ve kaynakların sömürülmesi olarak tanımlanmış[1] ve Sanayi Devrimi ile şahlanmıştı. Milliyetçilik rüzgarıyla ırksal ve dinsel ayrışmaya giden Osmanlı, bu ayrışmayı kendi çıkarları için kullanmakta ve körüklemekte son derece yetenekli olan sömürgeci güçlere yem olmuştu. Bu güçler, Osmanlı toplumunu din, dil, mezhep ve ırk temelli farklılıklar üzerinden “Türk’e” karşı kışkırtıcı faaliyetlerin içine çekmişler ve onları kendi çıkarlarına kullanmışlardı. Sömürgeciliğin hedefinde Türkler, Osmanlı Türkleri vardı. Türkiye, Türklerden temizlenecekti. Oysaki nüfusunun büyük bir kısmı köylerde yaşayan Türklerin bu durumdan haberi olmadığı gibi kendi ülkelerinde bile ötelenmiş, çoğu, gönderildikleri cephelerde yitip gitmişti. Esasen sömürgeci zihniyetin yok etmek istediği Türk’ün adı Osmanlı’da zaten görmezden gelinmiş, Araplara “kavmi necip” asil kavim, Ermenilere “millet-i sadıka” sadık millet denirken Türklere genelde aşağılamak için “anlayışı kıt, idraksiz Türkler” manasında “etrak-ı bi idrak” tabiri kullanılmıştı. Zamanın İngiltere Başbakanı Gladstone, “Türklerin kötülüklerini önlemenin tek yolu onları yeryüzünden kazımaktır.”[2] derken Lloyd George, 1914’te “Türk’le hesaplaşmak için büyük kader geldi çattı.” [3] diyordu.
Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı topraklarında yaşayan ancak kendilerini dinsel ve ırksal olarak farklı milletten gören birçok Arap, Ermeni ve Rum, devletin zayıflamasıyla emperyalistlerin kontrolünde ve onların emellerine hizmet eder hale gelmişti. Savaş sonunda da İstanbul ve Anadolu, dört bir taraftan işgal edilmişti.
Bu toprakları vatan bilen yürekler, büyük Türk Komutan Mustafa Kemal etrafında birleşerek, yeryüzünden silinmeyeceklerini göstermişlerdi. Sömürgeci güçlerin karşısında, ilhamını komutanından alan ve arkasında Türk milleti olan “büyük Türk ordusu” vardı. Türk ordusunun temel direği, “Türk subayı” idi.
Mustafa Kemal de, liderliği, askere olan sevgisi, esirlere iyi davranması, kazandığı zaferlerde mütevazı oluşu, askerlere cesaretiyle örnek olması, savaşın silahlarından ürkmeyip canını sakınmaması, dost ve düşman demeden, Müslüman ve Gayrimüslim ayırt etmeden insanlara iyi davranması, adil oluşu, yenilen askerleri yuhalatmaması, ihmale tahammülünün olmayışı, sık sık askerleri ödüllendirmesi, paraya tamah etmeyişi, üstlerinden sözünü sakınmayışı, halkın sevgisini kazanması gibi birçok yönüyle Türk subayına örnek olmuştu. Esasen Türk ordusunun ruhuydu!
31 Temmuz 1920’te Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde subaylara hitaben yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“… Ordu ise arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; “ordunun ruhu subaylardadır”. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir. Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur …”
“… Allah göstermesin, milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde, birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. Şahsi ve hususi hayatları itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmamış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır. Dolayısıyla subay için “ya istiklal ya ölüm” vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!”[4]
Türk ordusu, Türk milletinin aynasıydı. Atatürk’e göre Türk milleti, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” şeklinde tanımlanmıştı. O, yüzlerce yıldır beraber yaşayan, analarını ve vatanlarını seçme şansı olmayıp bu toprakları vatan bilenleri, “Türk milleti” şemsiyesi altında toplamıştı. Haklı mücadele uğruna toplanan bu yürekleri dışardan gelen ideolojilerin baskısından koruyarak “milli birlik” ruhu içinde, ahenk ve hoşgörüyle kuvvetlendirerek “Yurtta barış dünyada barışın” temsilcisi yapmıştı. Bunu da farklılıklar üzerinden değil, benzerlikler üzerinden “kültür” birliği ile sağlamıştı. Atatürk, Türk’ün en sağlam temeli, en güvendiği gerçekti.
Son dönemde hem gurur duyduğumuz hem de Türkiye’yi ayağa kaldıran teğmenlerin “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye yemin etmeleri olayından da anlaşılıyor ki, Türk ordusu ve Türk milleti olarak, hangi partiden, hangi görüşten, hangi dinden, mezhepten olursa olsun yine altında toplandığımız, sığındığımız en büyük değer, Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Küresel sömürgeci güçlere karşı gücümüz, başta “Türk ordusudur”.
Türk ordusunun gücü de “subayı kadardır!”
Türk subayının arkasındaki millet “Türk”,
Bugünün “Türk” turnusolü ise, tek kelime ile “Atatürk” tür.
O çıkarılırsa geriye kalanın Türklükle hiçbir ilgisi yoktur!
Ne Mutlu Türküm Diyene!
Ne Mutlu Atatürk’ü Olan Millete!
[1]https://en.wikipedia.org/wiki/Colonialism
[2] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni-Osmanlı Tuzağı, Otopsi, 2005, s. 125.
[3] Cengiz Özakıncı, “25 Nisan 1985 Arıburnu, “Anzak Koyu” Mehmetçik ve Coniler”,
https://www.guncelmeydan.com/pano/25-nisan-1985-ariburnu-anzak-koyu-mehmetcik-ve-coniler-t42114.html#1 (Erişim Tarihi: 15. 11. 2023).
[4] Atatürk’ün Bütün Eserleri, “31 Temmuz 1920 tarihinde, Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde subaylara hitaben yaptığı konuşma” Kaynak Yayınları, 2002, 9. Cilt, s. 113.