Ülkemizde siyaset, uzun zamandır bir “temsil sanatı” değil, bir rol paylaşımı oyununa dönüştü. Aynı kürsüde halka umut dağıtanlar, ertesi gün o kürsünün gölgesinde kendi hesaplarını tutuyor. Halkın önünde “adalet”, “hakkaniyet”, “hizmet” diyenler, kapalı kapılar ardında sadece kendi geleceklerini planlıyor. Artık siyasetin diliyle gerçeğin dili birbirinden tamamen kopmuş durumda. Bu ikili ruh hali, tam anlamıyla bir Siyasi Şizofreni tablosudur.
Bugün Türkiye’de siyaset kurumu, iktidarıyla muhalefetiyle aynı hastalığın farklı yüzlerini taşımaktadır. İktidar, gücün büyüsüne kapılmış, devletle iktidar arasındaki farkı unutur hale gelmiştir. Devletin devamlılığı bahanesiyle yapılan her yanlış, “milli menfaat” etiketiyle süslenmektedir. Muhalefet ise, halkın sesi olmak yerine kendi iç rekabetinin ve koltuk savaşlarının esiri olmuştur. Değişim vaatleriyle yola çıkanlar, koltuklarına dokunulduğunda bir anda statükocu kesilmekte; “biz farklıyız” diyenler, iktidarın yıllardır yaptığı hataları küçük ölçekli biçimlerde tekrar etmektedir.
Siyasi Şizofreni’nin en belirgin semptomu, siyasetin “hizmet” değil, “geçim” kapısı haline gelmesidir. Parlamentoda halkın hakkını savunmakla görevli olanlar, bir yandan kamusal yararı gözetir gibi davranırken, diğer yandan kendi seçim bölgelerine yatırım adı altında kaynak aktararak siyasi yatırım yapıyorlar. Herkes “kamu menfaati” diyor ama esasen herkes kendi menfaatinin kamuya bürünmüş hâlini savunuyor. Bu durum, siyasetin doğasında bir kişilik bölünmesi yaratıyor: Halkın önünde idealist, arka planda çıkarcı… İşte bu yüzden bugünün siyasetçisinin çoğu, aynı bedende iki farklı kimlik taşıyor.
Siyasi Şizofreni yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de hastalığıdır. Biri iktidarda kalmak için her türlü yöntemi mubah sayarken, diğeri kaybetmeme korkusuyla halkın beklentilerini unutur. Biri ülkeyi yönetme sorumluluğunu çıkarın kalkanı haline getirir, diğeri “biz olsaydık farklı yapardık” diyerek aynı dili yeniden üretir. Sonuçta ne gerçek bir iktidar olur, ne de etkili bir muhalefet… Halk ise bu iki kutup arasında sıkışıp kalır.
Gerçek demokrasi, sadece iktidarı değiştirmek değil, zihniyeti değiştirmektir. Fakat bizde siyasetçiler, aynı zihniyeti farklı sloganlarla süsleyip halka “yenilik” diye sunuyor. Değişim, bir kelime değil, bir davranış biçimidir. Ama değişim diyenlerin çoğu, koltuğuna zarar geldiğinde aynı refleksi gösteriyor: “Sıra bana gelmesin.” Bu anlayış sürdükçe, halkın yönetime olan güveni de giderek eriyor.
Bugün siyaset, milleti değil, birbirini izliyor. Meclis tartışmalarında ülkenin sorunlarından çok, partilerin birbirine atfettiği sıfatlar konuşuluyor. Herkes kendi taraftarını alkışlatmakla meşgul. Oysa millet, alkış değil, çözüm bekliyor. Halkın sofrasında eksilen ekmekle ilgilenen yok; ama herkes bir sonraki seçimde kaç milletvekili çıkaracağının hesabını gayet iyi tutuyor.
Siyaset kurumu, bu hastalıklı iki yüzlülükten kurtulmadıkça, demokrasi yalnızca bir dekor olmaktan öteye geçemeyecektir. Artık bu ülkenin ihtiyacı, birbirini değil, kendini eleştirebilen bir siyasal ahlaka sahip yöneticilerdir. Çünkü siyaset, kişisel kazanç değil, toplumsal sorumluluk işidir.
Bu halk; yalan vaatlere değil, tutarlılığa; sloganlara değil, samimiyete açtır. Bu halk, artık o eski oyunları ezberlemiştir. Ne alkışla geleni ne de hesap vermeyeni unutacaktır. Ya siyaset bu şizofrenik kimliğinden sıyrılıp aklını başına alacak, ya da halk kendi sağduyusuyla bu hastalığı tedavi edecektir.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: