Herkesin hayalleri var.
Kimisi çok uzakta, kimisi eli ile dokunacağın kadar yakın. Her birimizin hayalleri, aklımızın bir köşesinde, bazen dilimizin ucunda. Bazen de dost sohbetlerine birer meze.
Refik ağabeyim Urla’da bahçeli, verandalı bir ev düşlüyor mesela. Sabahları mezattan balık alayım, çimlere çıplak ayakla basayım, deniz yakın olsun şöyle bir serinleyim. Verandasında taze demlenmiş çayımı içeyim. Şu İstanbul’dan, şu beton yığınından, şu trafikten, şu kargaşadan kurtulayım.
Ben İsviçre’ye gidip, İsviçreli bilim adamları ile tanışmak istiyorum örneğin ve hemen soruyu yapıştırmak;
“Her şeyi nasıl bilebiliyorsunuz mösyö?”
İşin şakası bu tabi.
Hayal kurmak güneş ışığı gibidir, zihinlerimiz için. Her biri birer itici kuvvet, bazen de birer gönül ferahlığıdır. Kimi gerçeğe dönüşür, kimi ise hayal kalmaya devam eder ama kaldığı yerlerden de bizlere ara ara kendini hep hissettirir.
Zamanın değirmeninde bizleri yaşama bağlayan içimizde beslediğimiz umut ve yarınlarımız dair olab hayallerimizdir diye düşünüyorum.
Hem kendimiz, hem tüm insanlık için.
Tüm insanlık için…
Gözlerimizin uzaklara dalıp gitmesi, bir uçurtma ipinin ucundan koşuşturan o içimizdeki çocuğun hayallerinin peşine takılıp gitmesi gibi bir şey.
Belki de en çok hayallerimize aldanıyoruzdur kimbilir. Buna rağmen, belki de en çok onlara tutunuyoruzdur. Belki de en olmaz isterlerin esaretidir hayaller, kimler bilebilir…
Farkındayızdır ve biliriz aslında ve bilmenin ağır yükü omuzlarımızda, taşır ha taşır dururuz.
3 oda 1 salon hayatlarımızın yastıkla kanepe arası zamanlarında, ister farkında, isterse bazen de boş vermişliğin çarkı feleğinde dönüp duruyorsak da, hikayelerimizin birer çay molası halidir hayallerimiz.
Düşe kalka, kalka düşe o gündüz düşlerimiz…
Akrep ve yelkovan bizim için mi koşuşturuyordur durduraksız? Yoksa yoksa, peşine takıp da bizleri mi sürükler, lehte yoksa aleyhte bilemedim şimdi.
Bilemedim.
Bilemedim, bilmiyorum demek de güzeldir bazen…
İçinde yaşadığımız insan kalabalıklarını şöyle bir gözlem edası ile baktığımda, bazen çoğu insanın fotosentezle yaşadığını düşünüyorum. Böyle düşünüp de, karamsarlığa kapıldığım da oluyor ara ara. Düşmüş suratlar, öfkeli kalabalıklar, itişler kakışlar, ben merkezli davranışlar vs. vs…
İlk insandan bu yana, o ilk insanda kalmış gibiyiz…
Bilim ve teknoloji gelmiş geçmiş veya günümüz tüm inanç sistemleri dahi, insan türünü, o ilk, o ilkel insan dürtülerinden bir adım öteye taşıyamamış gibi duruyor.
Ne dersiniz?
Haksız mıyım acaba?
Son kitabımda, okurlarıma, yılları ne zaman saymaya başlıyor insan diye bir soru yöneltmiştim.
Bence saymıyoruz ve saymadığımız gibi de anın, günün kıymetini bilmiyor gibiyiz. Yoksa dünya, yoksa etraf, yoksa insanlık bu halde mi olurdu?
Masal bu ya;
Habil ile Kabil’den beri birbirimizle kavga eder hallerdeyiz.
Oysa hayallerimiz, oysa yarınlar için umutlarımız var.
Oysa o akrep ile yelkovan, o takvim yaprağı bize bir şeyleri işaret ediyor farkındaysak eğer.
Günümüze uyarlarsak, bizden daha akıllı gözüken o cep telefonlarımız her an gözümüzün içine içine sokuyor, ayı, günü, saati.
Zaman ise su gibi akıp gidiyor.
Şu satırları okuduğunuz anlar dahi ya bir şeyler için geç veya bir şeyler için erken oluyor kendi öykülerimizde.
Bir saniye sonramızın, bir dakika, bir gün, bir hafta sonramızın garantisi mi var zannediyoruz?
Zannediyoruz gibi.
Ne tuhaf!
Zannede, zannede öğütüyoruz zamanı.
Her şey dile kolay.
Her şey kağıda ve kaleme kolay farkındayım.
Herkesin hayalleri var gibi.
Kimisi çok uzakta, kimisi eli ile dokunacağın kadar yakın. Hayallerimizin peşinden koşmak bir Polyanna iyimserliği gibi bakınca.
Gel gelelim, hayallerimiz bizi besliyor.
O hayallere ulaşmak için verilen emek bizleri yaşama bağlayor.
Herkesin hayalleri var. Kimisi çok uzakta, kimisi eliyle dokunacağın kadar yakın.
Umarım Refik ağabeyim bahçeli evine bir gün kavuşur. Ben de o İsviçreli bilim adamları ile bir gün “Ne olacak bu dünyanın hali” geyiği yaparım.
Hayallerinize tutunun lütfen.
Çünkü hayaller ruhumuzu besliyor.
Hayallerimiz ruhunuzu besliyor çünkü, unutmayın…
Atatürk ile kalın.
Selam ile…