Milli Yas; Neden Milli? Ve Başka bir Milli Mesele: 24 Ocak – Deniz Acaray Yazdı

Milli Yas; Neden Milli? Ve Başka bir Milli Mesele: 24 Ocak – Deniz Acaray Yazdı
Yayınlama: 24.01.2025 18:01
A+
A-

Bolu Kartalkaya’da bir otelde çıkan yangında 78 vatandaşımız hayatını kaybetti, çok sayıda yaralı var. Vefat edenlerin arasında çocuk ve gençlerin oluşu acımızı daha da katladı. 22 Ocak 2025 Çarşamba günü bu facia nedeniyle bir günlük milli yas ilan edildi, bayraklar yarıya indirildi.  Peki; ilan edilen yas, neden millidir?

‘Milli’ sözcüğü ‘millet’ kelimesinden gelir. TDK Sözlüğünde ‘milletle ilgili’, ‘millete özgü’ ve ‘ulusal’ olmak üzere üç şekilde açıklanmaktadır.  ‘Millet’ ve ‘ulus’, ‘milli’ ve ‘ulusal’, özellikle ‘milli devlet’ ve ‘ulus devlet’ ifadelerinin çoğunlukla aynı anlamda kullanılmasına rağmen; aslında tarihsel gelişimleri bakımından farklı karşılıklarının da olduğunu, yakın zamanda kaleme alacağım bir başka yazıda açıklamaya çalışacağım. Bu yazı çerçevesinde ise konuya ‘milli’ ve ‘ulusal’ ifadelerini aynı anlama gelecek şekilde kullanarak yaklaşacağım. Her iki kelime de sosyolojik anlamları daha ağır basan ‘halk’, ‘toplum’, ‘ahali’ gibi sözcüklerden siyasi karşılıkları bakımından ayrışmaktadır. Bir diğer ifade ile; bu iki kelimenin siyasal, ‘halk’ ve diğer sözcüklerin ise  sosyolojik bir içerik taşıdığı söylenebilir. Peki; bu ayrım neden önemlidir?

Halk; belirli bir zaman diliminde belirli bir yerde yaşayan insan topluluğunu ifade ederken, millet; devletli toplumu, yani siyasal teşkilatlanmasını kurumsallaştırmış, tarihi, edebiyatı, kültürü ile siyasal bir bütün olmayı başarmış kolektif bir varlığı ifade eder. Bu bakımdan sadece belirli bir dönemi değil, geçmiş ve gelecek zamanı da kapsayan bir anlayışa sahiptir. Asil – vekil ilişkisi bakımından konuyu ele alırsak; halkın temsilcileri, emredici vekalet anlayışına uygun bir şekilde sadece kendilerini seçen insanların iradelerine ve ihtiyaçlarına uygun davranarak karar alır ve uygularlar. Aldıkları kararlar; halkın beklenti ve tercihlerine bağlı olarak sürekli değişebilir, bu nedenle de kısa ömürlü olurlar. Belli bir dönemde yaşayan halkın iradesine uygun kararlar, kendilerinden sonraki nesilleri bağlayan kararlar olmayacağı için, örneğin, bu anlayışa göre kabul edilen anayasalarda değişmez maddeler bulunmaz. Bu, demokrasi adına savunulur. Milletin temsilcileri ise; temsili vekalet anlayışına uygun şekilde, sadece kendilerini seçen bölgedeki (veya ildeki) insanların değil, ülkenin tamamında yaşayan hatta yaşamış ve yaşayacakların iradesi ve ihtiyacını düşünerek kararlar alıp uygularlar. Bunlar, gelecek nesilleri de bağlayıcı kararlar olabileceğinden, örneğin anayasalarında değişmez maddelerin bulunuyor olması, görünürde demokrasi ile örtüşmediği itirazlarıyla karşı karşıya kalabilir. Asli kurucu iktidar – tali kurucu iktidar ayrımı üzerinden de konu biraz daha detaylı bir şekilde ele alınabilir. Ancak bunu ileri bir tarihe bırakalım. (Bakanlık isimleri üzerinden de dikkat çeken bu ayrıma; örneğin Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı gibi.. yine daha sonra değineceğim.)

Aslında biraz da felsefe, hatta ahlak felsefesi alanında konuyu ele alabiliriz. Belli bir dönemde, belli bir coğrafyada yaşayan insanların geçmişten devraldıkları, geleceğe devredecekleri sorumlulukları var mıdır, olmalı mıdır? İşte ‘milli’ olan, bu soruya ‘evet’ diye cevap vermektedir. Yasımızın ‘milli’ bir değerde olması, bu sorumluluk anlayışının bir ifadesidir.

Bugün 24 Ocak; bir başka milli meselenin günü. 32 yıl önce bugün Uğur MUMCU katledildi. Katilleri hala bulunamadı. Geçtiğimiz hafta Uğur MUMCU gibi cinayete kurban giden Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok hocalarımızın dosyalarının birlikte görüldüğü “umut davası”nın Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinde duruşması vardı. Bu cinayetler, hangi zaman diliminde yaşayan insanların derdi ya da meselesi olmalıdır? Çözülemeyen, katilleri bulunamayan davalar, gelecek nesillerin omuzlarına ne kadar sorumluluk yüklemelidir?

Uğur MUMCU’nun katlinin ardından ailesi tarafından kurulan um-ag Vakfı, ilgililerine pek çok alanda kendilerini geliştirme fırsatı sunan eğitimler düzenlemektedir. Katıldığım bu eğitimlerden birinde Mehmet Eroğlu hocamızdan da ders almıştık. Eroğlu, ilk derste bize (kursiyerlere) bazı yazarların ismini sırayla sayıp bu yazarları okuyup okumadığımızı sorarak tanışma etkinliği düzenlemişti. İsmini söylediği yazarın herhangi bir eserini okuduğunu söyleyen katılımcının avucuna, o yaz deniz kenarından topladığı beyaz çakıl taşlarından birer tane vererek çocuksu bir sevinç yaşatmıştı. Hocanın söylediği yazarı okuyan her arkadaşımız bilinçdışı bir davranışla artık tek elinin avucunu hocaya doğru açıyordu. 6-7 yazar isminden sonra söylediklerinin hiçbirinin eserini okumadığımı anladığımdan omuzlarımın çökmeye başladığını hiç unutmam. Ne zaman ki Eroğlu, “Rollo May’i okuyan var mı” diye sordu, benim elim hızla ve heyecanla havaya kalktı. Tek el kaldıran bendim. Hoca, hangi kitabını okuduğumu sordu, “Yaratma Cesareti” dedim. Elinde çakıl taşlarını koyduğu bir kese vardı. “Aç avuçlarını” dedi, kalan çakıl taşlarının hepsini benim hayretle bakan gözlerime gülümseyerek boşalttı. O günden beri bu kocaman “aferin”i gönlümde, Rollo May’i ve “yaratma cesaretini” zihnimde, çakıl taşlarını da kütüphanemin çekmecesinde saklıyorum. Tam da burada Rollo May’den küçük bir alıntı yaparak yukarıda sorduğum soruya cevap bulabiliriz diye düşünüyorum:

Yaşamım boyunca yaratıcılığın büyüleyici soruları aklımdan çıkmadı. Yetenek ile yaratıcı edim (act) ve yaratıcılık ile ölüm arasındaki ilişki nedir? .. Ölümle (insanın kendi varlığının hiçbir yankısını bulamadığı bir dünyayla) yüz yüze gelme yetisi gelişmenin ön koşuludur, insanın kendisinin bilincine varmasının ve kendisini bulmasının ön koşulu… Kendimizi kötünün (evil) yaşantısına sokabilseydik, kötü için bir şeyler yapmaya zorlanacaktık. Karışmak istemediğimizde, doğru olmayan bir muameleye tâbi birine yardım edip etmemenin bahsiyle bile karşılaşmak istemediğimizde, algımızı engellediğimiz, kendimizi başkasının acısına kapattığımız, yardıma gereksinen kişiyle duygudaşlık bağımızı kopardığımız hepimizce bilinebilir bir gerçektir. Böylece korkaklığın günümüzdeki en hâkim şekli “karışmak istemedim” deyişinde gizlenir…” (Rollo May, Yaratma cesareti, Metis Yayınları, 11. Basım, 2008, s. 7-60).

Bizler; geçmiş ve gelecek nesiller, birbirimizden ne kadar sorumluyuz? Çocuk yaşımda okumaya başladığım ve zihin dünyamı geliştiren yazılarıyla tarihe geçen Uğur MUMCU ve diğer hocalarımızın katlinden ben ve hepimiz ne kadar sorumluyuz? Karışmak istemeyen insanların varlığına rağmen, Uğur MUMCU’nun varlığının bu dünyada yankısı yayılarak devam etmektedir. O halde ölen kim, ölüm kimi öldürmektedir?

1976’da Zonguldak’ta doğmuş; ilk ve orta öğrenimini Zonguldak’ta, lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlamıştır. Yüksek lisans eğitimini Varşova Üniversitesi Gazetecilik ve Siyasal Bilimler Fakültesi’nde Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde aldıktan sonra, doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku ABD’da sürdürmüş, “Siyasal Katılma Yolu İle İnsan Haklarının Korunması” başlıklı doktora tezi ile doktora eğitimini tamamlamıştır. MEB’da başladığı kamu görevine, yükseköğretim alanında öğretim üyesi olarak devam etmektedir. Çalışma alanları; Genel Kamu Hukuku çatısı altında insan hakları, devlet, anayasa, jeopolitik, milli güvenlik, siyasal katılma, liderlik ve sivil toplumdur. “İnsan Hakları” ile “Türk Devlet Aklı ve Derin Hafızası Milli Egemenlik” adlı iki yayımlanmış kitabı, çok sayıda akademik makale ve yazısı bulunmaktadır. Aktif bir sivil toplum gönüllüsü olan Acaray; çeşitli dernek, vakıf ve platformlar ile özel ve devlet okullarında gönüllü eğitim ve seminerler vermekte, Türkiye’de gönüllülüğün yaygınlaşması doğrultusunda çalışmalar yapmaktadır.