Elbette “Teğmenler”, Komutan olarak Mustafa Kemal’i örnek alacak, elbette “Teğmenler”, onun askeri olacaktı!
Yoksa kimin askeri olacaktı!
Onu, komutanım olarak hayal ettim…
Onun komutası altında görev yapmanın biricikliğini, insana nasıl bir güven ve moral verebileceğini düşündüm…
Onu komutanım olarak hayal ettim…
Askeri mevzuata, askeri bilgi ve eğitim konulara hâkim…
Personelini, subayından en son erine kadar tanıyıp istediği hedefe yöneltebilen…
Disiplinli…
Askerine baba, personeline kılavuz gibi…
Sorumluluk alarak örnek olan…
Gördüğü yanlışları, üst komutanlarıyla ters düşeceğini bile bile, “Sicil kaygısı duymadan” dile getirmekten çekinmeyen. Sadece askeri konularda değil, sosyal yaşamda da personeliyle birlikte olup konuşan, konuşturup düşündüren…
Onu komutanım olarak hayal ettim…
Birliğini denetleyen, yapılması gerekenleri belirleyen, yol gösteren, takip eden, hesap soran…
Fakat ihmali asla kabullenmeyen…
Onu komutanım olarak hayal ettim, irkildim…
Askerlik, komutanlık sanatıydı.
Emir verebilmek ve komuta edebilmek için bir üstün, astlarının önce eğiticisi ve aynı zamanda uygulatıcısı olması zorunluydu. Ancak, eğitim, ahlak, deneyim, bilim ve kavrayışta astlarına üstünlük gösteren ve ağır basan bir üst, onlara komutan olabilirdi.
Askeri öğrenci Mustafa bir gün, kitap okurken dayısı odasına gelmiş, o da ayağa kalkıp onu askerce selamlamıştı. Dayısıyla aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:
“Sen yaman bir asker olacaksın Mustafa.”
“Asker değil dayı, iyi bir komutan.”
“Kimin gibi söz gelişi?”
“Orası henüz belli değil. Her komutanı, karşılaştığı durum imtihandan geçirir. Komutanların mümeyyizleri tarih hadiseleridir.”
“Kimden öğrendin bunu sen?”
“Kimden öğrenmiş olabilirim dayı? Öğretmenden, ondan sonra da tarihten. Kendim de çok düşündüm. Doğru bu sözler.”
“Haydi bakalım Mustafa, bir komutan oluver de. Millet, çok kara gün gördü. Tanrı seni bahtiyar günlerin komutanı yapsın.”
“Kuzum dayı bu olmadı işte. Bahtiyar günlerin komutanı olmak çok kolay. Böyle günlerde komutana lüzum olmaz zaten.
Komutan vatanın en güç günlerinde Hızır gibi yetişmelidir. Anladın mı dayı?”
Ona göre komutan, zor günlerin kurtarıcısı olmalıydı. Ve o,komutanlık için Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’yı kendine örnek almıştı. 1914 senesinde Sofya’da askerî ateşe olarak bulunduğu sırada tanıştığı gençlere, tavsiye niteliğinde şu sözleri sarf etmişti: “Ben kendime Gazi Osman Paşa’yı rehber olarak seçtim. Ömrüm boyunca onun yolunu takip edeceğim. Türk ruhuPlevne’de yeniden kendini bulmuştur. Milletler yolundaki mücadelelerde sembolümüz daima Plevne’de doğan millî ruh olacaktır. Felaket günlerinde Plevne Savaşını ve Osman Paşa’yı düşüneceğiz. O, sizin de kahramanlık sembolünüz olsun.”
Gerçekten de Gazi Osman Paşa, her yönüyle birliğine örnek olarak onu hedefe yönelten liderlik özelliği ile, askere olan sevgisi, esirlere iyi davranması, kazandığı zaferlerde mütevazı oluşu, askerlere cesaretiyle örnek olması, savaşın silahlarından ürkmeyip canını sakınmaması, dost ve düşman demeden, Müslüman ve Gayrimüslim ayırt etmeden insanlara iyi davranması, adil oluşu, yenilen Rus askerlerini yuhalatmaması, ihmale tahammülünün olmayışı, sık sık askerleri ödüllendirmesi, paraya tamah etmeyişi, üstlerinden sözünü sakınmayışı, halkın sevgisini kazanması gibi birçok yönüyle komutan Mustafa Kemal’e rol model olmuştu.
Çocuk Mustafa’yı askerlik mesleğine heveslendiren “üniforma” idi. Karşı komşuları Binbaşı Kadri Bey’in Askeri Rüştiye’ye giden oğluyla etrafta gördüğü subayların üniformaları onu büyülemişti.Onu askerliğe yönelten üniforma aşkı, öğrenme ve öğretme aşkıyla, vatan ve millet aşkına dönüşecekti.
Mustafa Kemal, edindiği bilgileri, yaşadığı dönemin sosyal, siyasal ve askeri olaylarıyla harmanlayarak mezun olmuş, sürgünle başlayan askerlik mesleğinde kendini, ülke sorunlarına yönelik yeni arayışların içinde bulmuştu.
Yaklaşan savaş felaketinde, ülkenin iyi eğitilmiş ve disiplinli bir orduyla kurtarılacağına inanmış, özellikle Meşrutiyet’in ilanından sonra tüm dikkat ve çalışmasını askerlik üzerine yoğunlaştırmıştı. O, subayların değişen koşullara uyum sağlayıp mesleki bilgilerini artırması gerektiğine inanıyordu.
Ona göre bir komutan, maiyetindekilere her yönüyle rehber olmalıydı. Gerekli gördüğü talimatların çevirisini yapmış, tatbikat deneyimlerini ve fikirlerini yazmış, yazdıklarını yayınlamıştı. Askeri bilgiler içeren kitapları şunlardı: Takımın Muharebe Talimi (çeviri, 1908), Cumalı Ordugâhı (tatbikat, 1909), Tabiye Tatbikat ve Seyahati (tatbikat, 1911), Bölüğün Muharebe Talimi (çeviri, 1912), Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler (1916), Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (komutanlık, 1918).
Atatürk için bağımsızlık, insanca yaşamanın ilk şartı, her milletin doğal hakkıydı; fakat hiçbir millet, başka bir millete bağımsızlık vermezdi. Bağımsızlık, ancak güçle korunurdu. Ve bu güç de o milletin ordusuna bağlı idi.
Subaylar, ordunun ruhuydu. Millet için hayati olan bağımsızlığın korunması, subayların göreviydi. Bu yüzden komutanlık çok önemli idi. Kişisel ve hayat özellikleri bakımından subaylar, özverili sınıfların en önde geleni olmalıydı. Çünkü düşmanlar, herkesten önce subayları küçük düşürürdü. Hayatında bir an bile olsa subaylık yapmış ve ölümü küçümsemiş bir insan, düşmanın küçük düşürücü davranışlarına katlanamazdı. Bu kişinin yaşamak için tek çaresi, onurunu korumaktı. Oysa düşmanların yapmak istediği bu onuru ayaklar altına almaktı. Dolayısıyla subaylar için “ya bağımsızlık ya ölümdü.”
Atatürk için vatan, bağımsızlıkla eşti. Onun için yaşar, onun için ölebilirdi. Selanik’te doğmuştu; fakat kendi hayatını, Türk milletinin hayatına feda etmişti. Atatürk’e göre, ordu siyaset ile uğraşmamalıydı; ancak ordu, politikacıların vereceği karara göre hareket ederdi. Politikacıların amacı, milleti “en güçlü” konuma getirmek olmalıydı. Onun güçlü olmaktan kastettiği, sadece askeri yönden değil, bilim, sanat, moral ve ahlak yönünden de “en güçlü” olmaktı. Ordunun sadece güçlü silahlarla donatılmış olması, “insan olarak” milletler arasında yer alabilmek için yeterli değildi. Bu konuda şöyle demişti:
“Güçlü bir ordudan anlaşılması gereken, her bireyi, özellikle subayı, komutanı, bilim ve uygarlık gereklerini kavramış, ona göre tutum ve davranışlarını uygulayan yüksek ahlakta bir heyettir. Tek amacı, görevi, düşüncesi ve hazırlığı vatan savunmasına yönelmiş olan bu topluluk, ülke politikasını yönetenlerin verecekleri kararla harekete geçer. İşte ben ordulara komuta etmiş bir asker sıfatıyla bu görüşten hareketle politika ile ilgilenmiş olabilirim.”
Mustafa Kemal, her ne kadar askerin siyasete bulaşmamasından yanaysa da bir komutan, ülkenin siyasi atmosferini de daimatakip etmeliydi. Komutanlar, sadece askeri alanda değil, her alanda bilgi sahibi olmalıydı. O, görev yaptığı yerlerde sivil erkanla iletişimde olmuş, yerel halkın nabzını tutmuş, sosyal mekânlarda kurduğu ilişki ve gözlemlerle toplumu anlamaya çalışmıştı.
Ona göre bir komutan, sorumluluk alma konusunda cesaretli olmalıydı. Bu konuda şöyle demişti: “Kumandanların en büyük cesareti sorumluluktan korkmamalarıdır. Gerçekte sorumluluğun ağırlığını ben kendi özümde denedim. Namuslu ve izzetinefis sahibi bir kumandan için ölüm hiçbir vakit hatıra gelmez. Onu düşündüren, yapılanların isabet ve de isabetsizliğidir. Tersine bir ricat manevrası için kumandanın da kararlarında pek büyük bir isabet ve derin görüş olması gerekmektedir. Bizim ordumuzu felaketlere sürükleyen çoğunlukla ricat manevrası için azim ve karar sahibi kumandanlarımızın yokluğu olmuştur. Üstün düşman taarruzu karşısında çoğunlukla kumandanlar, askerin kendi kendine yerlerini bıraktıkları zamana kadar karar vermekten korkarlar ve sonra da ricati kabahat ve askeri kabahatli görürler.”
Savaşın ustası muzaffer komutan Atatürk, Karlsbad anılarında askeri hayatta başarı olarak gördüğü ve en çok zevk aldığı harekâtın, Muş cephesinde gerçekleştirdiği geri çekilme harekâtı olduğunu söylemişti. Savaş şartlarında çekilme gerekçelerini açıklayamadan gelecek olan eleştirileri göğüslemiş ve kendinden emin bir şekilde bu kararı almıştı. Millî Mücadele boyunca da tüm gerginliklere, çelişkilere, güvensizliklere, karşı çıkışlara rağmen sorumluluk almaktan korkmamıştı.
Ona göre birliğin cesareti, komutana bağlıydı. Komutan demek, kendi canını feda etmeyi kesinlikle göze almış olmak demekti. Bir komutanın kendisi can derdine düşerse, emri altındakilere söz geçiremezdi. Komutan cesur olursa arkasındakilerde aynı şekilde cesur olurdu.
Çanakkale Savaşı’nda yedek subay olan Mahmut Esat Efendi, Mustafa Kemal’in cesareti hakkında şöyle diyordu: “Ben ona yol gösterirken günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum… O sipere bir salona giren bir kurmay subay gibi girdi… Düşman siperlerine bakmak! Bu hiç kolay değildi. Düşman, ateşten göz açtırmazdı. O bu göz açtırmayan o ateşe gözlerini kırpmadan bakardı…Onu ben ilk defa korku bilmeyen adam olarak tanıdım.”
Cesaret önemliydi. Ancak ciddi bir bilimsel kavrayışa dayanmayan cesaret, yalnız başına yeterli değildi. Barış zamanında askeri mevzuata dayalı gerekli teorik ve pratik eğitimler, talimler yapılmalı, denetlenmeli, eksik konular yeniden gözden geçirilmeliydi. Sonuçta askerlik de bir bilimdi. Savaşın en iyi öğretmeni, yine bir savaştı. Bu yüzden barış zamanında yapılan eğitimlerve tatbikatlarla uygulamaya konulmalı, yeniden gözden geçirilip eksiklikler giderilmeliydi. Çünkü en iyi sahnelenen oyunlar, en çok prova edilenlerdi.Atatürk, savaşın provası olan tatbikatlara çok önem vermişti. Çünkü burada görülen eksiklikler, onun için büyük bir şanstı. Gördüğü eksiklikleri ve yapılması gerekenleri raporlaştırıp ilgili ast ve üst makamlara bildirmişti. Diğer yandan bir komutan birliğini eğitim ve denetlemelerle hazır tutmalıydı. Denetleme, barışta ve savaşta komutan Atatürk’ün meslek hayatı boyunca hiç ihmal etmediği bir faaliyetti. En yakın arkadaşı Nuri Conker’in Subay ve Komutan (1913) adlı kitabıyla kaleme aldığı, orduda art arda yaşanan başarısızlıklarda, subayların sorumluluk ve görevleri hakkındaki çözüm önerilerine, Mustafa Kemal de “Subay ve Komutan ile Hasbihal”adlı kitabıyla karşılık vermişti. Bu kitapta Mustafa Kemal, arkadaşının düşüncelerine katılmakla beraber bir konuya dikkat çekmişti. Aslında Türk ordusunda yaşanan başarısızlığın nedenleri belli idi. Görünen köy kılavuz istemezdi. Balkan Savaşlarından önce yapılan denetlemelerde, komutanların durumu ortaya konulmuştu. Eksiklikler ve yanlışlar gün gibi ortada idi.
Mustafa Kemal, bu eksikliklere yönelik olarak bir an önce çare bulunmasını istiyor ve yazdığı raporda şöyle diyordu:“Bu duruma bir an önce çare bulmaya girişmek, her namus ve vicdan sahibinin görevidir. Emir ve kumanda yetkisine sahip olmayanların bu konuda yapacakları, gözlem ve araştırmalarını yürütme yetkisine sahip olanlara sunmaktır…”
Raporu yazan Mustafa Kemal, rapordaki komutanlar da o zamanlar Mustafa Kemal’in vatanı olan Selanik’i Yunan ordusuna savaşmadan teslim edenlerdi. Komutan Mustafa Kemal, eksiklikleri belirtmekten çekinmemişti. Daima da belirtecekti. Ona göre görmezden gelmek hainlikti. Komutanlık, sorumluluk almaktan korkmamayı, eksikliklerin kabul edilmesi de sorumluluk almayı gerektiriyordu. Oysa ilgili komutanlıklar, eksiklikleri görmezden gelerek sorumluluktan kaçmışlardı.
Atatürk’ün komutanlığında kişisel çıkarlara yer yoktu. O ne gözlemlediyse ve ona ne doğru geldiyse onu ifade etmişti. Onun bu tutumunda ne “amirinin gözünden düşme” ne “sicilim bozulur” ne de “bulunduğum mevkiyi, makamı kaybederim” gibi bir endişe vardı. Aynı şekilde hesap vermek zorunda hissettiği bir kişi veya gerçekleri görüp belirtmesini engelleyecek bir baskı da yoktu.
Vatanın bekçisi Türk askeri, askerlik de vatan borcuydu. Türk askeri de hiçbir karşılık beklemeden etiyle kemiğiyle kendini komutanına teslim eden bir vatan evladıydı. Atatürk’ü başarıya götüren unsurlardan en esaslısı, elbette Türk askerine olan güveniydi. Komutan Atatürk, askerlerin neşe, keder ve bütün yoksunluklarına katıldığında ve sadık bir yol göstericileri olduğunda onların tam güvenini kazanacağının bilincindeydi. Mehmetçik de ona güvenmişti.
Samsun’a çıktığında üstü başı yırtık, pabuçları patlak, silahsız ve ağlayan bir asker görmüştü. Atatürk, “Ne ağlıyorsun arkadaş? Asker ağlamaz!” deyince, asker irkilip doğrulmuştu. Atatürk tekrar sorunca asker içini çekerek şöyle demişti: “Düşman memleketi bastı. Hükümet beni terhis ediyor. Silahımızı elimizden aldılar. Toprağımıza giren düşmanı ben şimdi ne ile öldüreceğim?” Komutan Mustafa Kemal, askeri yanına almış ve Samsun deposundan ona bir silah vermişti. Bu, yanına katılan ilk Mehmetçikti. Mehmetçik, Mustafa Kemal’in gösterdiği bu sevgi ve yakın alaka ile ancak onun emir ve komutası altında harikalar yaratmış ve gözünü budaktan sakınmamıştı.
Şükrü Tezer, Çanakkale’den Edirne’ye intikal eden Albay Mustafa Kemal’in emrindeki On Altıncı Kolordu Komutanlığı, Sekizinci Fırka’da asteğmendi. Edirne’de bulundukları süredebirliklerin, her an yeni bir cepheye sevk edilmesi beklendiğinden, devamlı askerlerin talim ve terbiyesiyle uğraşılmıştı. Bir gün askerlerine iki sehpa arasına gerdirdiği iple yüksek atlama talimi yaptırırken Kolordu Komutanı Albay Mustafa Kemal çıkagelmişti. Hemen kendisini tanıtıp eğitim hakkında bilgi vermiş, Albay Mustafa Kemal de eğitime devam etmesini ve eğitimde en iyi olan askeri tespit etmesini istemişti. Şükrü Tezer, askerlere talimi yaptırarak en iyi olanı öne çıkarmıştı. Albay Mustafa Kemal askeri yanına çağırmış, askerin “Emrediniz kumandanım!” demesi üzerine pantolonunun sağ cebinden bir altın lira çıkararak askere uzatmış ve “Al arkadaş! Bu, vazifeni iyi yapmanın mükâfatıdır” dedikten sonra diğer askerlere: “Tekrar gelip, sizi de taltif edeceğim” vaadiyle onların da gönüllerini almıştı.
Çanakkale Cephesi’nden sonra memleketlerine dönen Urfalı gaziler, komutası altında bulundukları Mustafa Kemal’i hayranlıkla çevrelerine anlatmışlardı. 1917’de Urfa Mutasarrıfı olan Nusret Bey de oluşan bu kamuoyu ile şehrin kuzey kesimini Karakoyun deresine bağlayan yeni bir caddeye ve bu cadde üstünde yapılan anıt çeşmeye, Mustafa Kemal Paşa adını vermişti. Bu anıt, Atatürk adına yapılan ilk anıttı.
Çanakkale harbi bitmiş, düşmanın bıraktığı sandık sandık konserveler, şekerler, marmelatlar, askerlere, yedek subaylara ve subaylara dağıtılmıştı. Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal, o gün kendisine ayrılan payı almamış, erlere dağıtmıştı.
Mustafa Kemal, Doğu’da Rusların üstün kuvvetlerle saldırması sonucu birliğini geri çekme kararı almış, karanlıkta başlayan çekilmeyi bizzat idare etmiş ve gerektiği zaman yeni emirler vererek en son asker geçene kadar harekâtı hâkim bir tepeden takip etmişti. Yaveri Cevat Abbas ve Şükrü Tezer, her an düşmana esir düşebilecekleri endişesiyle acele ederlerken, komutanları General Mustafa Kemal, düşmana açıkça hedef olabilecek olan bir tepede ve ayakta gözlerini bir noktaya dikmiş beklemekteydi. Tam da o sıralar, dürbünle birliğin geri çekilme güzergâhına paralel bir şekilde, bir düşman müfrezesinin görülmüş olmasının verdiği tedirginlikle Cevat Abbas, komutanına: “Atları emreder misiniz paşam?” diyerek onu bir an evvel harekete yöneltmeye niyetlenmişti. O sırada Mustafa Kemal’in aklından kim bilir hangi olasılıklar, hangi taktikler geçmişti? Ancak onları, “Acele etmeye lüzum yok. Hareket zamanını ben bilirim” diyerek sert bir şekilde uyarmıştı. Dakikalar geçtikçe endişeleri artan yaverler, bir türlü komutanlarının neden beklediğini anlayamamışlardı. Cevat Abbas, yeniden cesaretini toplayıp komutanına “Atları getireyim…” diyecek olmuş bu kez komutanından iyice fırça yemişti. General Mustafa Kemal, eliyle bir yönü göstererek neden beklediğini şöyle açıklamıştı: “Karşıdan gelmekte olduğunu gördüğüm asker, önümden geçip emniyete girmedikçe, buradan ayrılmayı hiçbir zaman düşünemem!” Onlar da komutanlarının işaret ettiği yere bakmışlar, önce bir şey görememişlerdi; fakat dikkatli bakınca çok yavaş yürüyen bir askerin gelmekte olduğunu anlamışlardı. Asker yaklaşınca hasta ve halsiz olduğu, aynı zamanda taşıdığı silah, cephane ve çantasıyla zorlandığı anlaşılmıştı. Bu olay, Kolordu Komutanı Mustafa Kemal’in cesaretiyle maiyetine verdiği güven ve askerine gösterdiği alakayı göstermekteydi. Ve nihayet, askerin yürüyüş düzenini bozmadan güvenle geri çekilmesinde, en önde tümen komutanının, en arkada yani düşmanla birlik arasında da Kolordu Komutanı General Mustafa Kemal’in olduğunun bilinmesi de etkili olmuştu. Yoksa geri çekilen birliğin gerisinden emin olamamanın verdiği panikle, birliğin hezimete uğraması, kaçınılmaz olabilirdi.
1935 yılbaşı akşamı Opera binası salonlarında eğlence düzenlenmişti. Saat on birde salona gelen Atatürk, üzerindekileri çıkarmak için alt kattaki vestiyere inmişti. Tam yukarı çıkmak için merdivenlere yöneldiğinde iki inzibat erini görerek yanına çağırmış ve niçin beklediklerini sormuştu. Sonra da sorduğu soruya kendi cevap vererek şöyle demişti: “Anladım, siz de benim gibi buraya davetlisiniz.” Şaşkınlıklarını gizleyemeyen askerlere “Peki niçin hala yukarı çıkmadınız? Haydi kaputlarınızı ve şapkalarınızı çıkarın, vestiyere bırakın, sizi bekliyorum.” Birkaç dakika sonra Atatürk salona alkışlarla girmiş, sağ ve solundaki koltuklara da o iki askeri oturtmuştu. Ardından cebinden çıkardığı sigara tablasından askerlere sigara ikram etmişti; fakat askerler sigarayı yakmamıştı. Atatürk neden yakmadıklarını sorunca biri: “Komutanım müsaade edin, bu sigaraları sizin ölmez hatıranız olarak saklayalım” demişti. Atatürk bunun üzerine “Peki… Onları saklayın. Fakat şimdiki uzattıklarımı için” diyerek tekrar sigara ikram etmişti. Mehmetçikler, ikinci sigaralarını elleri titreyerek almıştı. Atatürk, yaverinden iki tane 100 lira alarak hissettirmeden onların ceplerine koymuş, sırtlarını okşayarak: “Haydi aslanlarım, bu akşam bol bol eğlenin” demişti.
Atatürk, Türk askerini “baba” gibi sevmişti. Manevi kızlarından Ülkü’nün çok etkilendiği bir anısı şöyle idi: “Bir gün ismini hatırlayamayacağım bir harp gemimizde, nöbet bekleyen bir bahriye eri ile karşılaştık. Müthiş bir soğuk vardı. Er o soğukta, açıkta donacak gibi geldi bana. Fakat o anda, Atatürk eri yanına çağırdı. Aşağı salona aldı ve kendi eliyle çay verdi… Bilhassa bunu hiç unutamam.”
Komutan Mustafa Kemal’in ihmale karşı tahammülü yoktu. Çünkü savaş kurallarının ihmali, insan hayatıyla ödenirdi. Doğu Cephesi’nde ihmalini gördüğü fırka kumandanı Miralay Halil Bey ile Alay Kumandanı Ali Bey’i cepheden derhal çekmiş ve Şam Divanı Harbine göndermişti. Aynı Ali Bey’le İstanbul’da, Fethi Bey’i ziyaret için gittiği Bekirağa Bölüğü’nde karşılaşacaktı. Ali Bey ile ilgili düşüncelerini şöyle itiraf etmişti:“…Önce hapishane müdürünün odasına girdim. Müdür beni hürmetle karşıladı ve ben oturduktan sonra ayakta durdu: ‘‘Oturunuz Ali Bey!’’ dedim. Bu Ali Bey, Buğlan Gediği Harbi’nde, kumandanının kendisini tenvir etmemiş olmasından, bana yanlış malumat verdiği için açığa çıkardığım 20’nci alay kumandanı idi. Kabahatin onun olmadığını sonradan anlamıştım. Şimdi karşımda duran ve arkadaşları nezareti altında bulunduran o idi. Harpte açığa çıkarılmış olması, ona emniyet kazandırmış olmalı idi. Namuslu insanları müdafaa etmek borcumuzdur. Ali Bey müstesna bir asker olmayabilirdi; fakat cephelerde fedakârlık etmiş olanlardandı. Ehliyetsiz bir kumandanın kurbanı, hakka razı olacak kadar da temiz kalpli idi. Artık söyleyebilirim. Hapishane müdürü sıfatı ile son ziyaretimde bana dedi ki: ‘‘- Paşam haber aldık, Anadolu’ya gidiyormuşsunuz. Ne vakit emredersiniz, mevkuflardan istediklerinizi yanıma alarak size geleceğim,’’ Ayağa kalktım, Ali Bey’in elinden tuttum: ‘‘Bana muvaffakiyetimin ilk müjdelerini veriyorsunuz, teşekkür ederim,’’ dedim. Bütün koğuşta serbestçe dolaşmak istediğim için, benimle beraber gelmemesini söyledim…”Görevden çekilip divanı harbe gönderilen Ali Bey, komutanı Mustafa Kemal tarafından suçsuz yere mağdur edilmiş; ancak yeniden karşılaştığı komutanını hürmetle karşılayarak sonsuz güven duygusuyla uğurlamıştı. Halbuki o anda iki subay, tesadüfen yan yana gelmişti ve Mustafa Kemal’in Ali Bey üzerinde herhangi bir amir-memur ilişkisi veya sicil verme yetkisi yoktu. Ali Bey belki onu sadece askeri kurallar çerçevesinde karşılar, karşılaştığı generalin isteklerini yerine getirir, tanıdık bir tavır sergilemeyebilirdi. Komutanını tanıyarak saygıyla karşılayan Ali Bey, tereddüt etmeden yeniden onun emri altında görev yapmayı istemişti. Böylesi bir güven, insanda büyük bir saygınlık duygusu bırakırken, bir komutanın hayal edip yaşayabileceği nadir bir olaydı. Yanlış karar vermiş bir komutana karşı duyulan bu sarsılmaz güven duygusu, “bu komutanın verdiği kararlarda vatanın ve milletin çıkarlarını, her şeyin üstünde gördüğüne olan inançla, astın da vatan meselesinde şahsi kırgınlıkları ve maddi kayıpları görmezlikten gelmesiyle” açıklanabilirdi.
Mustafa Kemal, sorumluluk anlayışı ve insana değer veren tutumuyla girdiği her ortamda dikkat çekmiş, insanları çevresine toplamıştı. 1910 yılında, Selanik’te 5. Kolordu 38. Merkez Kumandanı Miralay Saadettin Bey, tedavi için İstanbul’a gideceği zaman üst rütbeli başka subaylar olmasına rağmen yerine Kolağası Mustafa Kemal’i vekil olarak bırakmıştı. Bu durum alayda şaşkınlık yaratmış, ancak kısa sürede alışılmıştı. Mustafa Kemal, ne de olsa sevilen bir subaydı. Onun komutasındaki ilk gün, herkes heyecanla onu beklemişti. Mustafa Kemal, o gün beyaz bir at ile alayın önüne gelmiş ve “Selamün aleyküm asker!” demesi beklenirken ilk kez “Merhaba asker!” diyerek askeri selamlamıştı. Askerler nasıl karşılık vereceklerini bilememiş, kısa bir sessizlikten sonra İstanbullu askerler “Merhaba beyim!” şeklinde cevap vermişlerdi.
Komutanlık, Atatürk’ün çocukluk hayaliydi. Üniformaya vurulmuştu. Üniforma onun üstünde muhteşem bir güce dönüşüyordu. ‘‘Üniforma ile kendimi buldum, kendi kendimin efendisi oldum’’ demişti.
13 Kasım 1918’de “Geldikleri gibi giderler!” diyerek başlatmıştı savaşını. Umudun, inancın ve güvenin simgesiydi bu söz. Bir mücadelenin başlangıcı ve zaferi. İstanbul’da çeşitli yollar denemişti. Olmadı. Anadolu’ya geçmeyi planladı. Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak görevlendirildi. Yetki belgesi istedi. Kime, emir verecekti? Bilmek istedi. Yetki belgesine son şeklini kendisi verdi. Samsun’a çıktı. Anafartalar kahramanı olarak tanınmış, görülmeden sevilmişti. Fakat İngilizlerin beklentisine cevap vermediği ve kendisinden beklenenin tam tersini yaptığı için İstanbul hükümeti ve padişahla ters düştü. Geri çağrılmış, dönmemişti. Askerlikten istifa ederek gücü ve yetkiyi ona veren üniformasını çıkardı. Çok kritik bir andı. Hiçbir yetkisi olmayan sivil bir kişiydi. Yetki belgesinde emir verebileceği belirtilen tüm asker ve sivil erkan, arkasını dönebilirdi. O gücü ona veren üniforma değil, içindeki Mustafa Kemal’di. Milletin komutanı olmuş, milleti orduya çevirmişti…
Üniformasızdı. Çıktığı yolda Tokat’ın girişinde bir avuç askerden oluşan saygı kıtası onu beklemişti. Kolordu komutanı ve yetkili olan Miralay Selahattin Bey’e “Buyurun,” diyerek öne geçmesini bildirmişti. Selahattin Bey ise saygı ve nezaketle onu “Buyurun paşam,” diyerek öne davet etmişti.“O zaman, o izci oymak beyi kılığındaki sivil adam, sol elindeki bastonunu, kılıç gibi sımsıkı ve yanına yapıştırırcasına gövdesine bitişik tutup askerlik oynayan bir hevesli delikanlıya benzeyerek, kıtanın önünden o sert, sevimli bakışları ile geçti. O kılığında bile bir kale gibi kuvvetli ve güvenilir gözükerek, varlığı ile büyülediği askeri ve askerin etrafında toplanmış sivil halka, karşılamaya çıkmış mülki ve askeri grubuna, hepsine ve herkese o spor kılığında bile en üstün bir şef saygısı yayarak derin ve heyecanlı bir sessizlik ortamında ilk defa bir merasim kıtasını selamlıyordu.”
Komutan Atatürk’ün ülke ve milletin karşılaştığı tehlikeli durumda, sadrazamın veya padişahın gözüne girme, böylece makam ve mevki sahibi olma gibi bir düşüncesi yoktu. Onun yüceliği, kendisine karşı duyulan büyük saygı ve takdir duygularının nedeni, en boyun eğdirici koşullarda bile sergilediği onurlu ve kararlı duruşu idi.
Dünya’nın en onurlu ve kalıcı destanı, “Kurtuluş Savaşı destanıydı.”
Bu destan, yapılacak taarruzu cinnet olarak gören, boşu boşuna kan döküleceğine, katır ve deve olmadığından askerin ilerleyemeyeceğine inanıp kazanma ümidi olmayanların itirazlarına rağmen göze alınan bir destandı.
Bu destan, özgürlüğü uğruna her şeyi feda edebileceğine inanılan Türk askerinin,
Taarruzun ilk saatlerinde, top mermilerinin tükenme tehlikesi karşısında, düşmandan artakalan mermilerle ikmal yapmayı planlayacak kadar tüm sorumluluğu üzerine alan, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının,
Gözünü kırpmadan bedenlerini feda eden şehit ve gazilerimizin,
Onlara mermi taşıyıp, çorap ören, dualarla gözyaşı döken,yeri geldiğinde elinde silahı karşılık veren Anadolu kadınının destanıydı.
Bu destan ne teknolojinin ne de paranın başarısıydı.
Bu destanda, çılgınlık ve mucizeye yer yoktu. Her şey akla ve bilime, milletin cesaret, kahramanlık ve özverisine dayalıydı.
Bu destan, Türk’ün bağımsızlık uğruna ortaya koyduğu, onurlu yüreğinin destanı,
Dirilerek ayağa kalktığı,
Dünyaya meydan okuduğu,
Mazlumun zalime,
Onurlu olmanın onursuzluğa olan başarısı,
İnsanlık destanıydı.
Onu bu başarıya götürense,
Mustafa Kemal’in komutanlığı, Mustafa Kemal’in Askerleriydi!
Yoksa, kim ona destan diyebilirdi?
Elbette Teğmenler, Komutan olarak Mustafa Kemal’i örnek alacak!
Elbette Teğmenler, onun askeri olacaktı!
Yoksa kimin askeri olacaktı!
“DANSIN ÖZGÜRLÜĞE, ÖZGÜRLÜĞÜN DANSA YOLCULUĞUNDA ATATÜRK”
Kitabımdan…