17.ve 18. Yüzyılda Batı Avrupa’da gerçekleşen Aydınlanma hareketi, Tanrı ve ifritlerle dolu olan kozmosun yerine aklı koymuştu. Dinin yerini bilimsel ve rasyonel düşüncenin almasıyla Nietzsche’nin deyimiyle Tanrı, ölmüştü.
Bu durum, insanın kendi iradesini ve yaratıcılığını özgürce kullandığı yeni bir insan tipinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı. Dolayısıyla akıl, bireysellik ve özgürlük ekseninde yükselen yeni anlayış kendi kutsallarını yaratmıştı… Ancak modernite akıldan ziyade sistematik bilgiyi merkezine koyarak ülke vatandaşlarını tek bir millet altında birleştirdi. Artık modernitenin kutsalları bilim, devlet ve millet olarak yeni bir anlayışla yükseliyordu…
Kapitalizmin ve ulus devletlerin güç kazandığı erken modern dönemler, katı modernitenin ta kendisiydi.. Ancak modernitenin bir sonraki aşaması olan postmodernite, modern döneme ait olan tüm saikleri yıktı. Postmodernite, bilimin küresel güçlerin eline geçtiğini iddia ederek bilimi de sorgulanabilir bir hale soktu.
Peki devlete ne olmuştu? Bugünkü anlayış, devletin modern dönemdeki o katı ve sorgulanamaz dokunulmazlığını da tartışılabilir bir noktaya getirdi. Hatırlayınız, modernitenin ilk dönemlerinde Hitler gibi son derece modernist ve katı devletler ve o devletlere sorgusuz sualsiz bağlı olan insanlar…
Bugün ise kendi ülkesi dışında iyi bir iş bulabilen bir ülke vatandaşı, hiçbir aidiyet hissetmeden ülke değiştirebilmekte… Dolayısıyla aidiyetlerimiz artık daha kırılgan ve esnek… Yani insanlık hiç olmadığı kadar dinamik ve küresel çapta hareket etmekte. Burada yaşadığımız toplumun durumunu Ünlü düşünür Bauman’ın ortaya attığı akışkan modernite kavramı ile açıklamak yerinde olacaktır.
Akışkan modernite, sabit ve kalıcı yapılar yerine sürekli değişim ve belirsizliğin hâkim olduğu bir dünya tasavvur eder. Dolayısıyla geleneksel aidiyet bağlarının zayıfladığı geçici ve akışkan ilişkilerin revaçta olduğu bu dünyada, elbette süreklilikten bahsetmek zor olacaktır. Zira bu duruma duygusal ilişkiler örnek verilebilir. Giddensyaşadığımız toplumu şu şekilde açıklar: “İnsanlar, deneyimlerini ve beklentilerini “ilişkiye girme” ya da “ilişki yaşama” gibi sözcüklerden çok “bağlantıda olma”, “hatta kalma” gibi sözcüklerle ifade ediyorlar. Partner yerine “ağlardan” söz ediyorlar.” Giddens’ın da bahsettiği gibi artık dünya son derece ruhsuzlaşmış ve bayağılaşmıştır.
İlişkiler de akışkan ve belirsizdir. Zira bir tuşla birini engellemek ya da yok saymak son derece kolaydır. Geleneksel değerlerin çözüldüğü aile, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin zayıfladığı bu toplum, zombileşmiştoplumdur. Nitekim Beck, başta aile kurumu olmak üzere toplumsal ilişkiler ve komşuluk ilişkilerini zombi kategorisine dahil ederek içinde bulunduğumuz toplumun çerçevesini belirler. Güvensizliğin, bilgi kirliliğinin ve belirsizliğin zirve yaptığı bu dönem, kurumları değersizleştirdiği gibi bireyleri de ruhsuzlaştırmıştır. Her geçen gün normal’imizin değiştiği ve her geçen gün daha da otomatlaştırıldığımız evrende insanlığımızı kaybetmemek için direnmeliyiz. Dolayısıyla “bu da neden olmasın” şeklinde önümüze gelen her anlayış ve içi boşaltılan değerlerin sonunu sorgulamak temel vazifemiz olmalıdır.