Tarihi olaylar hakkında fikir beyan edilirken ve özellikle bunu da halka duyurmaya çalışırken gerçekler, etraflıca değerlendirilmelidir. Yoksa tarihi gerçekleri farklı kalıplarda sunarak bugüne kötülük çıkarmak ne geçmişimize, ne bugünümüze, ne de geleceğimize fayda sağlar. Bu yazıda “camileri ahır yaptılar” diyen kişilerin elini vicdanlarına koyup bir kez daha düşünmelerini, gerçekleri araştırmadan duygusal hareket eden toplumun bir kısmında, önyargılara, kin ve nefrete nihayet kapanmaz yaralara yol açtıklarının farkına varmaları amaçlanmıştır.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü gibi yıllarca savaşın içinde kalarak hayatta kalabilmiş ve İkinci Dünya Savaşı döneminde görevde olan asker ve sivil birçok devlet insanı, kim bilir kaç şehidin can vermesine, şehit yakınlarının acılarına veya kaç gazi ve ailelerinin sağlık ve yaşam sorunlarına tanık olmuşlardır. Muhtemeldir ki bu devlet insanları, bu yüzden savaşı isteyecek en son kişilerdir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti II. Dünya Savaşı’na sürüklenmemiştir. Bunun birinci nedeni, Atatürk’ün uyguladığı akılcı ve onurlu barış politikası sonucu Türkiye’nin tarafsız, bağımsız ve güvenilir bir ülke olarak görülmesi, ikincisi ise İnönü’nün sergilediği temkinli dış politikadır.
Genç Cumhuriyet’in hedefi savaş değil halkını barış içinde sağlıklı, mutlu ve çağdaş bir dünyada yaşatmaktır. Bu yüzden sağlık, eğitim, kültür, hukuk, tarım, sanayi, bayındırlık gibi toplumsal kalkınmayı hedefleyen inkılaplara öncelik verilmiş, bütçeden yeterli kaynak ayrılamadığından, ordu takviye edilemeden II. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Açıkçası savaş başladığında manevi olarak son derece güçlü olan Türk ordusu, lojistik anlamda savaşta olan orduların oldukça gerisindedir. Ülkenin askeri yönden zayıf oluşu, İnönü’yü, dış politikada tarafsız kalmaya, içerde de her an savaşa girecekmiş gibi hazırlık yapmaya zorlamıştır. Bu süreçte Türk halkı ve ülkeyi yönetenler zor bir sınav vermiştir.[i]
İkinci Dünya Savaşı döneminde Türk ordusu her an gerçek bir savaşa girecekmiş gibi hazırlanmıştır. Savaş öncesinde kapasitesi en fazla dört yüz bin askeri istihdam edebilecek durumda olan Türk ordusu, seferberlik ilan edilmeden sefer kadrosuna çıkartılmış ve asker sayısı bir milyon üç yüz bine ulaşmıştır.[ii] Ülke nüfusu on sekiz milyon iken bir milyonu aşkın askerin hem de savaş süresince beslenmeleri, barındırılmaları, giydirilmeleri, sevk edilmeleri hiç de kolay olmamıştır. Bir de birliklerin ve onlara bağlı hastanelerin de sık yer değiştirmeleri, bu şartları daha da ağırlaştırmıştır. Türk halkı zor yıllar geçirmiştir. Sayıları artan askerin kışlık kıyafetinin bir kısmı halk tarafından gönderilmiş, bir kısmı da elli bin çift keçe ayakkabı, iki yüz bin fotin, doksan beş bin takım nal gibi Türkiye’ye gönderilen askeri yardım malzemeleri içinde yer almıştır.[iii]
Tarihi gerçekler savaşlarda yaşanan can kayıplarının ateşli yaralanmalardan çok askerin gıdasızlığı, salgın hastalıklar ve soğuklar yüzünden olduğunu göstermiştir. Bu yüzden bu dönemde önce askerin sağlığı düşünülmüş, bütçenin neredeyse yarısı orduya ayrılmış, gıda maddelerinin kullanımında askere öncelik verilmiştir. Diğer yandan genç nüfus askere alındığı için tarım üretimi azalmış, dondurucu kışlar yaşanmış, doktorların da askere alınmasıyla salgın hastalıklarla savaşta aksaklıklar olmuş, sıtma ilacının temininde güçlükler yaşanmış, İngiltere kendi safında savaşa girmek için baskıyı arttırmış, Alman ordusu sınıra dayanmış, birlikler Çanakkale’ye yığılmıştır. Sonuçta Trakya’nın boşaltılması kararı alınarak uygulamaya geçilmiş, İstanbul’daki bir kısım okullar Anadolu’ya nakledilmiş, Trakya ve İstanbul boşaltılmaya başlamıştır. Ülke içinde hem asker hem de sivil halk için yoğun bir sevk trafiği yaşanmıştır. Günümüz de bile asker sevklerinde güvenlik, iklim şartları, bazen de ilgisizlik sonucu yaşanan konaklama ve temizlikle ilgili aksaklıkların vicdanları sızlattığı düşünülürse, o yıllarda neler yaşandığını tahmin etmek güç değildir. Bu sevkler başta tifüs, çiçek, sıtma, verem salgınlarının artmasına da neden olmuştur.
Asker sağlığını etkileyen bu olumsuz koşullar, İkinci Dünya Savaşı döneminde çeşitli birliklerde görev yapmış̧ olan bir kısım subaylar tarafından da dile getirilmiştir. Sabri Tavazar, bu dönem Maltepe Askeri Lisesinde askeri öğrencidir ve 1943 yılında hava asteğmen olarak harp okulundan mezun olmuştur. 28 Nisan 1941’de Maltepe Askeri Lisesinin, Akşehir’e intikal ettiğini, cami ve okullarda yattıklarını, temizlenmiş̧ ahırlarda yemek yediklerini aktarmıştır. 1 Kasım 1941’de Sivas (Kabakyazısı) Topçu Eğitim Alayı’nda staj esnasında tahta ranzalarda, ot yastık ve yataklarda -35, -43 derecelerde bir battaniye ile kıyafetlerle yattıklarını, yan birlikteki piyade arkadaşlarının daha kötü şartlarda kaldıklarından bahsetmiştir.[iv] Bu dönemde Sivas’ta staj yapan Emekli Albay M. Ziya Belibağlı da, bazı asker koğuşlarının, düzleştirilen eğimli bir yamaçta, yağ tenekelerinden çatı ve yere kilim serilerek yapılan korunaklarda, ot yastık ve yataklardan oluştuğunu ifade etmiştir.[v] Ercüment Gökaydın da o dönem, askeri lise ve harp okulu öğrencisidir. 1938 yılında askeri okulların yaz tatilinin 15 güne, ders yılının da 10 aydan 8 aya indirildiğini, Maltepe Askeri Lisesi’nin Akşehir’e taşındığını ancak, tüm öğrencileri yani 500 kişiyi içine alabilecek bir tesis olmadığı için eski bir kışlanın dershane olarak, bitişik ahırların da yemekhane olarak kullanıldığını belirtmiş, yakıt da yeterli olmadığından gelen yemekler havanın da soğuk olmasıyla hemen donmuştur. 1942 yılında kış çok şiddetli geçmiştir. Soğuklar yüzünden zatürree sayısı artmıştır.[vi] Muzaffer Erendil, savaş döneminde askeri öğrenci, mezun olunca da teğmen rütbesindedir. Staj için Tuzla 31. Topçu Alayı’na tertip edildiğinde, toplar atlarla çekildiği için koğuşların, yemekhanenin, ahırların ve arazinin sinekle dolduğunu, doğal olarak yemek esnasında karavana sinek düşmesinin ve çıkartılarak yemeğe devam edilmesinin de zorunlu bir işlem olduğundan bahsetmiştir.[vii]Muzaffer Erendil, Bursa’da 5nci Kolordu Komutanlığına bağlı 105’inci Motorlu Topçu Alayı’nda askerleri soğuktan korumak için ahırları nasıl koğuş haline getirdiklerini aşağıdaki ifadelerle aktarmıştır:
“Ordugâhtan, Acemler Kışlası’na intikal ettiğimizde, önce koğuş sorunuyla karşılaştık. Kış geliyordu. Koşulu topçu alayının terk ettiği kışlada, tavlaları (ahırları) koğuş haline getirecektik. Önce, yılların birikimi, tavlaların sidik kokusunu kaldırmak gerekiyordu. Toprağı birkaç karış kazmak gerekiyordu. Bu iş kolaydı da ranza nasıl yapılacaktı, malzeme yoktu. Kantin parasından alınan birkaç tahta ve levazımdan sağlanan kara odunlardan direk kesilerek, yerden 60 santim yüksek bir ranzanın yapılması günler alıyordu. Koğuşun tamamı ranza yapılmadığından, bazı erat mecburen yerde yatacaktı… Alayın bir helası yoktu. Komutanlık, bitişik tarlalara bin müşkilatla yaptığı helalar yüzünden sonraları mahkemelik oldu…”[viii]
Yine Muzaffer Erendil, Mustafa Kemal Paşa ilçesinde bulunan bir piyade bölüğünün kışla bulunmadığından bir camiye yerleştirildiklerini aşağıdaki sözlerle belirtmiştir:
“Balıkesir’deki 2’nci Ordu merkezinden verilecek bir miktar kamyonu teslim almak üzere, yaptığım yolculukta, Mustafa Kemal Paşa ilçesinde, görevli piyade sınıfından bir arkadaşımı da ziyaret etmek istedim. Kendisi beni bölüğüne götürdü. Bölük ilçede kışla olmadığından bir camiye yerleştirilmişti. Yataklar yere serilmişti, askeri düzen sağlanmıştı. Camiyi gezerken, duvara muntazam asılmış, ayakkabıcı malzemesine benzer (çekiç veya demir dağlama aletleri) gördüm. Bunları merak ettim ve neye yaradıklarını sordum. Arkadaşım, “Bunlar, bit dağlama malzemesi” dedi; eratta bit olduğundan ve iyi bir temizlik imkânı olmadığından, belirli günlerde, askerin çamaşır ve elbiselerinin dikiş yerleri, aletler kızdırılarak dağlanıyormuş…”[ix]
1941’de topçu subayı olarak görev yapan Haydar Ilgaz, askerlerle hayvanların aynı handa iskân edildikleri hakkında şu bilgileri vermiştir:
“1941 yılında Adapazarı’ndaki topçu alayının 9’ncu Batarya’sına tayin edildim. Askerler ve hayvanlar büyük bir handa iskan edilmişti. Askerin ve hayvanın yemek tahsisatı pek azdı. Kadanalar topları müşkülatla, bazen askerlerin yardımı ile çekebiliyorlardı. Yem az geldiği için hayvanlar kerpiç duvarlardaki samanı kemirmeye başlamıştı. Tedbir olarak her gün civar köylerden ve araziden ot temin ederek ferahladık. Askerin bir kısmının postalı yoktu. Alayın ağırlıklarını icabında nakil etmek için teşkil olunan bir öküz kolundaki bir hayvanın ölümü ile elde edilen deriden erlere çarık diktirildi. Yeni at nalı bulunmadığından alay kumandanı yollarda at nalı ve postal kabarası arattırıyordu. Bazen kendisi de bulduğu nalı cebine koyar öğle yemeğinde bize gösterirdi. … Şunu da ilave edeyim. Bir gün ölüm halinde bulunan bir ata kepek ve arpa verilerek hayata kavuşturuldu.”[x]
Bu dönemde bir kısım askeri hastanelerin yatak kadroları arttırılmış, bazı askeri hastaneler yeniden teşkil edilmiş, bir kısım askeri hastaneler de bağlı oldukları komutanlıkların intikallerine göre hareket etmiştir. Yatak sayıları arttırılan hastaneler için gereken binaların yeniden yapılması mümkün olmadığından elde bulunan binalar hastanelere dönüştürülmüştür. Askeri tabip olarak ordunun içinde uzun yıllar görev yapmış ve bu alanda kendi birikim ve araştırmalarını da kitaplaştıran Kemal Özbay, özellikle savaş yıllarında ordunun ihtiyacı üzerine açılan askeri hastanelerin genellikle elde bulunan bina, cami, kilise, medrese ve hanların onarılarak açıldığı, boşalan ahırların hastane veya boşalan hastanelerin ahır yapıldığını belirtmiştir.[xi] Bu konuda bazı hastaneler şanslı iken bazı hastaneler çok zor şartları göğüslemek zorunda kalmıştır. Örneğin Bursa’da kaplıcalar veya oteller hastaneye dönüştürülürken hasta sıkışıklığı nedeniyle 1000 yatak kadrosuna yükseltilen Çanakkale’de asker hastanesi için Avusturya Konsolosluk binası kullanılmasına rağmen gereken ihtiyaç karşılanamamış, ahırlar restore edilip hastane koğuşu olarak kullanılmıştır.[xii] Bağlı olduğu birliklere göre yer değiştiren hastanelerden Zeytinburnu Askeri Hastanesi de sırasıyla Vize Çerkezköy, Geyve, Kastamonu ve Kütahya’ya dört faklı yere taşınmıştır. Hastanelerin bu şekilde yer değiştirmeleri elbette temizlik ve barınma hizmetlerini de olumsuz etkilemiştir.
Savaşa hazırlanan ordunun ihtiyaçları, Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu ve Nizamnamesi’ne göre tespit edilen okul, otel, konak, özel binaların orduya tahsis edilmesiyle karşılanmış, gerektiğinde ahırlar koğuş, yemekhane ve hastane olarak kullanılmış, askerler ve askeri öğrenciler camilerde barındırılmışlardır.
O dönemde sadece insanlar ve malzemeler değil hayvanlar da ordunun kadrosunu oluşturmaktadır. Ordudaki hayvan sayısı hakkında fikir vermesi açısından bakıldığında; Afyon’daki Birinci Kolordu Komutanlığının henüz savaş başlamadan sahip olduğu hayvan (yerli binek, koşum, mekkare, vb.) sayısı 1.135’dir.[xiii] Sefer kadrosuna yükseltilen ordunun asker sayısının arttığı göz önünde bulundurulursa hayvan sayısının artması da kaçınılmaz olmuştur. Savaşın başlangıcında bir Piyade Bölüğü, 211 er, 15 mekkare hayvanından kuruludur. 14 hayvanda ikişer sandık 7.9 mermi ve bir hayvanda da iki su fıçısı yüklüdür.[xiv] Türk ordusunda toplar koşuludur ve toplar katana denilen ağır atlarla çekilmektedir.[xv] “Tabur, Alay, Tümenin, ikmal kuruluşları da tamamen hayvan ve tekerlekli tahta arabalara dayanmakta ve bunlara ikmal kolları denilmektedir. Ağır topların bataryalarında manda bile vardır.[xvi] Buradan da anlaşıldığı gibi, Türk ordusu hareket kabiliyeti bakımından yük ve binek hayvanlarının hareket kabiliyeti ölçüsünde hareket kabiliyetine sahiptir.[xvii] Aslında ordunun hasta, gıda, ilaç, malzeme nakli, bir ölçüde lojistik ve savaş gücü de hayvana bağlıdır. Dolayısıyla tıpkı insanlar gibi hayvanların da beslenme, barınma, sevk edilme ve sağlık sorunuyla karşılaşılmış olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca birliklerin sık yer değiştirmesi sonucu askerin konaklaması kadar hayvanların konaklaması da güçleştirmiştir. Özellikle dondurucu kış şartlarında asker ahırda yatırılmıştır da, hayvanlar nerede barındırılmıştır? Orduda askerin sağlığı nasıl önemli ise hayvanın sağlığı da önemlidir. Çoğu mevzuatta hayvanların bakımı, beslenmesi, sağlığı, hastalığı gibi konular yer almıştır. Orduda asker ve hayvan aslında birliktedir ve asker nereye giderse onu da yanında taşımıştır, taşımak zorundadır ve sağlığına dikkat edip bakımını yapmak zorundadır. Bir yandan orduda askerin beslenmesi için buğday ihtiyacı artarken, diğer yandan hayvanlar için de arpa ve yulaf ihtiyacı artmıştır.[xviii] Niyazi Hekimgil, hatıralarında hangi rütbede ve hangi birlikte görev yaptığı bilgisini paylaşmadan askerin postalının tedarikinde sıkıntı çekildiğini ve bazı askerlerin çarık giydiklerini, birliklerdeki at, katır ve develerin yemlerinin zamanında gelmediğinden birbirlerinin kuyruklarını ot yer gibi kopardıklarını, bunun yanında bir de soğuk günlerde hayvanları nerede barındıracaklarını bilemediklerinden bahsetmiştir.[xix]
Motorlu aracın kısıtlı olduğu bu dönemde hayvanların özellikle soğuk havalarda barınmaları sevk edilmeleri problem olmuştur. Bunların ötesinde bir askerin köyünden çıkıp birliğine teslimi bile o günün şartlarında mesele haline gelmiştir. İstanbul’da bulunan Selimiye, Rami ve Davudpaşa kışlalarında bile askerin banyosu problem olmuş, Tuzla’da kurulan temizleme vagonlarına askerler taşınarak banyoları yaptırılabilmiştir.[xx] Ş. Süreyya Aydemir, savaşın başlangıcında seferberlik kapsamında halkın, araba ve binek hayvanlarını süsleyerek şenlik havasında askeri komisyonlara teslim etmesine rağmen, sonradan bu hayvanların bakım ve korunmasında büyük güçlüklerle karşılaşıldığını ve ciddi kayıplar verildiğini söylemektedir.[xxi] Askerin barınması için bina tedarik edilmesinde güçlükler yaşanırken hayvanlar için ahır yapılabilmesi mümkün müdür? Maslak Askeri Prevantoryumunda hasta öğrenci ve subayların sağlıklı beslenmelerine katkıda bulunmak için tamamen bu kurumun başındaki yöneticilerin gayretleriyle üç hayvan için 1944 yılında bir ahır yapılmaya başlanmış ancak Ocak 1945’te tamamlanmıştır.[xxii] O dönemde devletin değil ahır, veremliler için bir hastane açması mümkün olamamıştır.
Sonuç olarak İkinci Dünya Savaşı döneminde toplum ve asker, askerin vatan uğruna “gerektiğinde canını feda etmesi” için fedakârlık yapmak zorunda bırakılmış, ekmek bulmakta sıkıntı yaşanmış, özgürlükler kısıtlanmış, çocuklara doya doya şeker verilememiş ancak; uygulanan dış politika sayesinde dünyada 72 milyon insanın hayatını kaybettiği bu savaşa halk sürüklenmemiş; asker ve kaçınılmaz olarak halk canını feda etmek zorunda kalmamıştır. Savaşa girilmeyerek her şeyden öte askere ve halka yaşama şansı verilmiştir. Yaşam şansı da bir insanın, bir askerin, bir toplumun diğer şanslarının, sevinçlerini, üzüntülerini, gelişimini yaşaması için birincil insan hakkıdır.
Kişilerin içinden geçirdikleri duygu ve düşünceleri, kelimeleri yan yana koyarak ifade etmeleri çok kolaydır. Ancak insan olmanın en önemli özelliği ve zor olan, doğuştan getirdiği dürtülerle değil aklına, bilgisine ve vicdanına göre konuşması, “camileri ahır yaptılar” demenin insanların dinine küfür etmiş gibi algılanacağının, bunun da insanları kin ve nefrete sürükleyebileceğinin farkına varabilmesidir. Camiler Müslümanlığın kutsal yeri, Müslümanlık da barışı ve hoşgörüyü temsil eden dindir.
“Camileri ahır yaptılar” diyenlerin, bilgi sahibi oldukça bu düşüncelerinin değişmesi mümkündür ancak; bunu kulaktan duyup da bilgi sahibi olamayacak olanların, içindeki kin ve nefret nasıl söndürülebilecektir?
Askeri, dondurucu soğuktan korumak için çaresizce ahırlarda yatıran vicdan, acaba o hayvancıkları o dondurucu soğukta dışarıda bırakmış mıdır?
Konaklayacakları yer bulamadıkları için askeri camide yatıran vicdan, o dondurucu soğukta hayvancıkları nerede barındırmıştır?
Göz göre göre o hayvancıkları dondurucu soğukta bırakan vicdandan hesap sorulmasa bile acaba Allah af etmiş midir?
Bilinmez, ancak;
En önemlisi, “camiler ahır yapıldı” denilen yetmiş yıl öncesinde;
Bir anne ve bir baba olarak oğulları,
Bir kadın olarak kocası,
Bir çocuk olarak babası için,
“KEŞKE YARALI OLSAYDI, AMA ÖLMESEYDİ” şeklindeki bir arzunun ne demek olduğunun yaşatılmamış olmasının değeri, herhalde yeterince anlaşılamamıştır.
[i] Köroğlu, Ömer, “İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Askeri Durumu ve Savaş Dışı Politikası”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara, 2011, s. 21.
[ii] Cebecioğlu, Güngör, “İkinci Dünya Savaşı ve Türk Silahlı Kuvvetleri”, Altıncı Askeri Tarih Semineri Bildirileri I, Ankara, Genelkurmay ATASE Yayınları, 1998, s. 360.
[iii] Köroğlu, Ömer… s. 189-190.
[iv] Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, Ankara, Genelkurmay Başkanlığı ATASE Başkanlığı Yayını, 1999, s. 6.
[v] Emekli Albay Mehmet Ziya Belibağlı ile 25 Ağustos 2016 Tarihinde Yapılan Görüşme.
[vi] Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 18-19.
[vii] Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 32.
[viii] Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 79-80.
[ix] Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 79-80.
[x] Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 191.
[xi] Özbay, Kemal, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, İstanbul, Yörük Basımevi, C:III,1. Kitap,1981, s. 6-7.
[xii] Özbay, Kemal, Türk Asker Hekimliği Tarihi…, C.III-1. Kitap, s. 171.
[xiii] Köroğlu, Ömer… s. 348.
[xiv] Köroğlu, Ömer… s. 84
[xv] Köroğlu, Ömer… s. 83.
[xvi] Köroğlu, Ömer… s. 84.
[xvii] Köroğlu, Ömer… s. 74.
[xviii] Tülay Alim Baran, İkinci Dünya Savaşı Türkiye’sinin Mali Portresi”, Altıncı Askeri Tarih Semineri Bildirileri II, (Sunulmayan Bildiriler) Ankara, Genelkurmay ATASE Yayınları, 1999, s. 231.
[xix] Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları,, s. 194-195.
[xx]Özbay, Kemal, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, İstanbul, Yörük Basımevi, C.I, 1976, C. I, s.523-25.
[xxi] Köroğlu, Ömer… s. 174-175.
[xxii] Maslak Askeri Prevantoryum Ceride Defteri, Sayfa 1-6. (Maslak Köşkü Müzesi) (Kendisiyle görüşülen Prof. Dr. Faruk Çiftçi bu defterin fotoğraflarını çekmiştir ve bu fotoğraflardan bir kısmı alınmıştır. Ceride defterinin orijinali 25 Nisan 2016 tarihi itibari ile Dolmabahçe Sarayı’na cilt yapılmak üzere gönderilmiştir.)