Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı (5) – Gülhan Seyhun Yazdı

Türk’ü birleştiren irade: Atatürk
Türk’ü boğmak isteyen bu işgalci emperyalistlere karşı ülkenin doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine bir direniş başlamıştı. Atatürk, 19 Mayıs 1919’dan itibaren saldırının odağındaki, Türk’ü oluşturan tüm değerleri kısa sürede aynı amaç uğruna toplamış ve güce dönüştürmüştü. Emperyalist işgalciler, karşılarındaki bu güce, “Kemalist” de demişlerdi. Esasen Atatürk’ün, güç aldığı temel unsur, haksızlıklara karşı duruşu idi. Onun bu duruşu, kendilerini medeni olarak iddia edip ırkçılık, sömürgecilik politikalarıyla zenginleşen ülkelerin aksine bu sömürgecilere karşı onurlu bir hak mücadelesi ile başlayıp onurlu bir yaşam sürülmesi için yaptığı inkılapların temeliydi. Onun inşa etmek istediği toplum da onurlu olacaktı. Türk’ü soy üzerinden hedef alarak yok etmeye yönelik düşmanca saldırılara, Türk’ün aşağılanmasına kayıtsız kalması düşünülemezdi.
Atatürk, Millî Mücadele sürecinde, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde soy üzerinden Türk’e yapılan aşağılamalara karşı ilk cevabını şöyle vermişti:
“…Yabancılar kendi iktisadi ve siyasi menfaatlerini tatmin edebilmek için aleyhimizde icat ettikleri iki görüşü yürütmeye başladılar. Bu görüşlerden birincisi, güya milletimizin gayrimüslim unsurları eşitlik ve adalet düsturuna uygun olarak idareye muktedir olmadığı. İkincisi de güya milletimiz bütünüyle kabiliyetten mahrum bulunduğundan, bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını harabeye çevirmiş. Birincisi ile millete zalimlik atıf ve isnat ediyorlar. İkincisi ile kabiliyetsizlik…Eğer bu iki görüş cidden varit olsa idi, milletimizin bağımsız yaşamaya hakkı iddia olunamazdı. Hakikaten zulüm medeniyetle bağdaştırılamaz. Kabiliyetsizlik de affedilir bir şey olamaz. Çünkü milletler işgal ettikleri arazinin hakiki sahibi olmakla beraber, insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün insanlığı istifade ettirmekle mükelleftirler. Bu düstura göre, bundan aciz olan milletlerin kalıcılık ve bağımsızlık hakkına layık olamaması lazım gelir. Halbuki bu görüşler bizim hakkımızda katiyen varit değildir. Her ikisi de katıksız iftiradır. Milletimizin kabiliyetsiz olmadığı tarihen ve mantıken sabittir. Bunun delilini yine yabancıların kendi muamelelerinde bulabiliriz…Halbuki düşününüz efendiler! Milletimiz ufak bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet tesis ettikten başka, Batı alemine, düşman içine girdi ve orada büyük müşkülat içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bunu, bu imparatorluğu altı yüz seneden beri tam bir büyüklük ve azametle devam ettirdi. Buna muvaffak olan bir millet elbette yüksek siyasi ve idari niteliklere sahiptir. Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvvetiyle vücuda gelemezdi. Cihanın malumudur ki, Osmanlı Devleti pek geniş olan ülkesinde bir sınırından diğer sınırına ordusunu fevkalade sürat ile ve tamamen donanmış olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce iyi iaşe ve idare ederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilatının değil, bütün idare şubelerinin fevkalade mükemmeliyetini ve kendilerinin kabiliyeti olduğunu gösterir… Tekrar ediyorum, aleyhimizde ileri sürülen görüşler yanlıştır. Bu hakikat tarihen ve mantıken sabittir.”[i]
Atatürk, emperyalistlerin Türklere karşı yürüttükleri yıkıcı ve boğucu faaliyet ve propagandalarına karşı, eğitimin ve tarih eğitiminin öneminin farkındaydı. Ancak her şeyin sırası vardı. Öncelikle esaretten kurtarılmış bir halk ve sınırları belirlenmiş bir vatan olmalıydı. Esasen o, daha 1907’de Osmanlı’nın yıkılacağını, Müslüman olmayan azınlıkların kendi çıkarlarını koruma peşine düşeceklerini, bu yüzden çoğunluğu Türk olan milli bir sınıra çekilerek savunmayı doğru bulmuştu.[ii]
Türkler, Atatürk’ün etrafında toplanarak onurlu bir mücadele vermiş, emperyalizme kafa tutmuşlardı. Bu mücadelenin temel bileşeni, ortak acı ve aynı vatan için çarpan yüreklerdi. Bu yürekler, dinamik Türk gücünün çekimiyle kenetlenmiş, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla halkın iradesine dayanan yeni bir yönetim, yeni bir millet doğmuş ve onurlu bir mücadeleyle savaş kazanılmıştı. Bütün dünya bu millete “Türk” demişti. Memleketine de Türkiye.[iii] Tarihte de böyleydi, bugün de böyle. Tarihi geri getirip değiştirme şansı olmayacağı gibi kimsenin bu tarihi, değiştirme gücü ve şansı da yoktu. Türk demek aslında, insanı hor gören, nobran zihniyete onurlu bir karşı çıkıştı.
Atatürk, 15 Mart 1923’te Mersin ziyaretinde, yürüyerek geçtiği yolda, Fransız işgalini yaşamış evlerin penceresinden, ağlayarak bakan çarşafsız kadınlar görmüştü. Gazeteci İsmail Habib Sevük gördüğü manzarayı şöyle anlatıyordu:
“Kendi sokağımda gidiyorum hissini neden duymuyorum? İşte bak o zengin tuvaletli Hristiyan kadınları da ağlıyor… Kendi kendime dedim ki, ‘‘Bu yaşlar insan ruhunun derinliğinde büyük kahramanlara karşı duyulan hayret ve takdir hissinden doğmuş olmalı.’’ İşte bu his o kadar kuvvetli ki milliyet ve din ayrımı bile tanımıyor.”[iv]
Aslında İsmail Habib’in gördüğü şey, Atatürk’ün inşa etmek istediği, toplumda var olan, kederde ve sevinçte birlik olma ülküsü, milliyetçilikti. Onu tanımak, tanıtmak, farkında olarak etrafında kenetlenmek gerekti.
DEVAM EDECEK…
[i] Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Bütün Eserleri, Nutuk, Vesikalar 1927, Cilt 21, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2010, s. 271-280.
[ii] Ali Fuad Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Okul ve Genç Subaylık Hatıraları, İstanbul, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1967, s. 114.
[iii] İlk kez 12. yüzyılda Anadolu’da ticaret yapan Cenovalı ve Venedikli tüccarlar ve diplomatik raporlarını yazdıkları devletleri bu ülkeye “Turchia” veya “Turcmenia” demeye başlamışlardı. Sadece Helenlerin değil; Kapadokyalı, Ermeni, Arami (veya Süryani), Kürt, Gürcü kavimlerin yaşadığı bu ülkede Türkler çok çabuk arabulucu ve yaygın ekseriyet durumuna yükselmiş ve dilleri ortak anlaşma dili haline gelmişti. Kaynak: İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, İstanbul, Timas Yayınları, 2011.
[iv] Ahmet Gürel, Eren Akçiçek, a.g.e., s. 160.