21.yüzyılda hem ulusal hem de uluslararası alanda gündemden düşmeyen kadına yönelik şiddet meselesi önemli konular arasındadır. Bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’de 2011 yılında imzalanmış ve 2014 yılında uygulanmaya başlanmıştır. Sözleşme, kadına yönelik şiddetin önlenebilmesi için kapsamlı bir hukuki çerçeve sunmakla beraber toplumsal cinsiyet eşitliğini temel alan bir sözleşmedir. Ancak sözleşme, özellikle Türkiye’de toplumsal, kültürel ve ideolojik kutuplaşmaları yeniden şekillendiren bir tartışma konusu haline gelmiştir. Sözleşmenin hem içerik hem de uygulama bağlamında toplumun farklı kesimleri tarafından nasıl algılandığı, yalnızca kadın hakları değil, aynı zamanda toplumsal düzen, aile yapısı ve bireysel özgürlükler gibi kavramlar üzerinden de değerlendirilmektedir. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik yaklaşımlar, sözleşmeye taraf olanlarla, karşı olanların temel değerler ve normlar üzerinden derin bir ayrışma yaşadığını ortaya koymaktadır. Sözleşmeye taraf olanlar, sözleşmeyi kadınların haklarını koruma, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama ve modern hukuki kanunları uygulamaya geçirme çabası olarak görmektedir. Buna karşın sözleşmeyi reddeden kesimin büyük bir çoğunluğu, sözleşmeyi toplumsal cinsiyet kavramı ve LGBT bireyleri üzerinden üzerinden eleştirerek, bu kavramın geleneksel aile yapısını, dini değerleri ve toplumsal düzeni tehdit ettiğini savunmaktadır. Bu iki yaklaşım, meselenin toplumsal değerler bağlamında tartışıldığını göstermektedir. Zira sözleşmeye karşı olanlar, toplumsal cinsiyet kavramının bilimsel temelden yoksun, ideolojik bir söylem olduğunu ve geleneksel aile yapısını zayıflatma riski taşıdığını savunmaktadır. Bu görüşe göre, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın ve erkeğin doğuştan gelen farklılıklarını göz ardı etmekte ve aile kurumunu sarsarak toplumsal düzeni tehdit etmektedir. Buna karşın, sözleşmeyi destekleyenler, toplumsal cinsiyet eşitliğini modern hukuk sisteminin bir gerekliliği olarak görmekte ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi ile kadınların toplumsal hayata eşit katılımı açısından sözleşmenin büyük önem taşıdığını vurgulamaktadır. Bu nedenle, sözleşme ve onun temelini oluşturan toplumsal cinsiyet kavramı, kadına yönelik şiddetle mücadelede kritik bir çıkış noktası olarak değerlendirilmektedir.
Sözleşmenin genel içeriğine bakıldığında, kadına yönelik şiddetle mücadelede oldukça kapsamlı ve koruyucu maddeler içerdiği görülmektedir. Bu yönüyle, sözleşmeyi bütünüyle olumsuz bir çerçevede ele almanın doğru olmadığı kanaatindeyim. Ancak, sözleşmeye yönelik eleştirilerde dile getirilen bazı hususların da göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle sözleşmede yer alan, arabuluculuk mekanizmasına izin verilmemesi gibi hususlar tartışmaya açık konular arasında yer almaktadır. Bununla birlikte şiddet tanımının çerçevesinin net bir şekilde çizilmemesi, ileride toplumsal düzen açısından problem oluşturabilecek riskler barındırmaktadır. Çünkü bu durum suistimale açık olmakla birlikte, eşler arası ilişkilere zarar verme potansiyeli de taşımaktadır. Bütün bu unsurlar göz önüne alındığında, İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik yaklaşımda “ya hep ya hiç” mantığının doğru olmadığı kanaatindeyim. Sözleşmenin bazı maddelerine yönelik çekinceler belirtilerek, Türkiye’nin sözleşmeye taraf olmaya devam etmesi daha sağlam çözümler sunabilirdi. Zira sözleşmeye genel çerçevede bakıldığında, bu metin kadınları koruyan ve şiddetle mücadelede önemli yaptırımlar içeren bir hukuki düzenleme niteliği taşımaktadır. Bu nedenle, eleştirilen bazı maddeler üzerinde şerh konularak sözleşmenin uygulanmaya devam etmesi çok daha kalıcı ve sürdürülebilir bir çözüm olabilirdi. Ancak sözleşmeye yönelik tartışmaların çoğunlukla rasyonel bir zeminde değil, daha çok duygusal ve ideolojik bir kutuplaşma üzerinden yürütülmesi, metnin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesini engellemiştir. Tartışmaların fanatik bir söylem etrafında şekillenmesi, sözleşmenin güçlü yönleri kadar eleştiriye açık maddelerinin de objektif bir bakış açısıyla ele alınmasını zorlaştırmıştır. Bu nedenle, İstanbul Sözleşmesi’nin yeniden gündeme gelmesi veya tekrar yürürlüğe konması söz konusu olursa, belirli maddeler üzerinde çekinceler konularak Türkiye’nin sözleşmeye taraf olmaya devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira sözleşme, bazı tartışmalı yönleri bulunsa da kadına yönelik şiddetle mücadelede önemli bir hukuki çerçeve sunmaktadır. Bu çerçevenin korunarak, sözleşmenin gerekli düzenlemelerle daha kapsayıcı ve uygulanabilir bir hale getirilmesi mümkündür.