Dünyanın her yerinde toplumsal yaşamı etkileyen ve yönlendiren unsurların en başında demokratik kitle örgütleri onun da en önünde sendikalar yer alır.
Neden?
Çünkü sendikalar bir zamanlar örneğin TÖS’ün, DİSK’in, KESK’in yaptığı gibi bir yandan üyelerinin mevcut özlük haklarını korumak ve geliştirmek için mücadele ederken öte yandan demokrasi, insan hakları, barış, yoksulluk, eğitim, sağlık, kadın hakları, gençlik, çevre gibi konularda yeni kazanımlar elde etmek adına durmadan, yılmadan, bıkmadan, usanmadan, korkmadan her geçen gün çıtayı yükselterek, dahası bedel ödeyerek mücadeleye devam eder.
Bu yaparken uluslararası normlara, en önemlisi üyelerine, potansiyeline ve halka dayanır. Ulusal ve uluslararası yapılarla iş birliği yapar, dayanışır.
En önemli dayanağı üyeleridir. Üye sendikaya ne kadar sahip çıkarsa o kadar çok başarı, değer ve kazanım elde eder. Sendika kazandıkça üye, üye kazandıkça sendika, her ikisi de kazandıkça halk kazanır. Bu nedenle üye, sendikanın hem varoluş gerekçesi, hem temsilcisi, hem de beyni, gözü, kulağıdır.
Peki bu gerçekleri zikrettikten sonra sendikalar özellikle kamuda kurulu bulunan sendikalar, o arada eğitim sektöründeki sendikalar yeterli ve/veya gerekli çalışmaları yapıyor mu, yapmıyor mu? Sorumluluklarının farkında ve bilincinde mi? Yoksa bordolardan doğrudan kesilen aidatları toplayan yöneticiler gününü gün mü ediyor? Üyeler veya potansiyel bu konuda ne düşünüyor? Üye olmayanlar niye üye değil ki üye olmayan kamu çalışanı oranı %25,46.
Bu soruların yanıtını düşünürken bir an seksenli yılların ikinci yarısına giderek nasıl sendikacılık yapıldığını düşünüyorum. Düşündükçe dudaklarımı, bıyıklarımı yiyorum, şekerim yükseliyor.
28 Mayıs 1990.
O gün tarihi bir gündü.
12 Eylül faşist askerî darbesinden sonra Sayın Dr. Niyazi Altunya başkanlığında Eğit-Der bünyesinde örgütlenen öğretmenler seksen sonrasının ilk memur sendikası olan Eğitim-İş’i kurmuştu. Ankara Rüzgârlı sokakta dar bir koridoru bulunan ofis sendikanın genel merkezi olmuştu. Bu küçücük ofise torba torba destek mektubu geliyor, sendika özlemi içinde gelecek kaygısı taşıyan öğretmenlerin coşkuları satırlara yansıyordu.
Henüz 26 yaşında beş yıllık genç bir öğretmendim.
Heyecanımız doruktaydı. Hiç tereddüt etmeden bu sendikaya üye oldum. Arkasından görev yaptığım okulda işyeri temsilcisi olarak atandım. Akabinde sendikanın ilçe yöneticiydim. Sonra farklı kademelere aday oldum. Günün yöneticileri bütün adayları toplayıp soruyordu: “Aday olduğunuza göre düşünceleriniz önemli. Sizden yararlanmak isteriz. Lütfen projelerimizi bizimle paylaşır mısınız?”
Sendika ağalarıyla, ütopik gayeler peşine takılan sendikalara duyurulur.
Yine doksanlı yıllar. Sıra üye yaparak örgütlenme ağını örmeye gelmişti. Okul okul geziyor, sendikayı tanıtıyor, dergi, afiş ve broşürleri dağıtıyor, mevcut üyelerin aidatlarını topluyorduk. Hemen her akşam sendikada durum değerlendirmesi yapıyor, oluşan pozisyonlara karşı yeni stratejiler belirliyorduk.
Müdürler bizi okulda görmek istemiyor, öğretmenlerle buluşmak için öğretmenler odasına girmemize izin vermiyor, mesajınızı öğretmenlere ben iletirim diyerek başından savmaya çalışıyordu.
Bu müdürlere kıyasıya tartışıyor, demokrat olduğunu iddia eden müdürler korkuyor, ancak başarılı olamıyorlardı. Eninde sonunda öğretmenler odasındaki yerimizi alıyor, hemen her okuldan yeni üye formları ile dönüyorduk.
Sendika bir yandan kendini tanıtıyor, bir yandan örgütleniyor, bir yandan yargıyla uğraşıyor, öte yandan örneğin Kızılay’ın göbeğinde ülkenin dört bir yanından gelen üyelerle iki, üç günlük kitlesel eylem yapılabiliyordu.
Eğitim-İş, kapatma davasının görüleceği gün birinci yıl kutlamalarını Türk-İş’te yapmaya karar vermiş, bunun için gerekli izinler alınmış, o günün anısına açılacak sergi hazırlıkları devam ederken programdan bir önceki akşam izin iptal edilmiş, bir kere daha yasakla karşı karşıya kalınmıştı.
Bu yasağı aldırmayan sendika adliyedeki duruşma biter bitmez sergi için hazırlanan karikatürden oluşan tabloları kapan üyeler sokak sergisi açmış, Necatibey’e kadar yürüyüş yapmıştı. Eylem gündeme oturdu.
Bütün bunlar yaşanırken her siyasi anlayış kendi sendikalarını kurmaya başladı. Sağda solda mantar gibi sendika türedi. Devlet kendi eliyle müdürler sendikasını bile kurdurdu. Böylece bölünme süreci hızlandı, siyasi iktidar artık amacına ulaşmıştı.
Bugünün kelli felli sendikaları o günlerde mahcup mahcup kendilerine taban bulmaya çalışıyor, eylem yapamıyor, ancak alttan alta cehenneme giden yolun taşlarını düşüyordu.
Mevcut iktidarla birlikte mahcup mahcup kendine yer edinmeye çalışan sendika(lar) hızla palazlandı, daha hızla büyümeye başladı. Çünkü bir önceki koalisyon altın tepsi içinde binlerce kadroyu yeni hükümete sunmuş, yeni hükümet ise bu kadroları doldurmak için sendika tercihini çoktan yapmıştı. Artık atamanın, görevde yükselmenin, bürokrat olmanın yolu belliydi. Kadrolaşma ışık hızıyla yol almaya başladı.
Bedeller ödendi, çok ağır bedeller ödendi. Kimi sürgün yedi, kimi cezalar aldı, kimi hapis yattı, kimi kalp krizinden öldü, kimi kansere yakalanıp hayatını kaybetti.
Bizler, daha sağlıklı, tabana güven veren, gücünü üyesinden alan sendikalar beklerken sırça köşklerde keyif yapan sendika ağaları ile karşılaştık. Üstelik bu ağaların aldıkları maaş dudak uçuklatan meblağlara ulaştı.
Bir zamanların efsane sendikaları küçülürken, marjinal yapılar devlette etkili ve yetkili konuma geldiler. Böylece kimi milletvekili oldu, kimi bürokrat, kimi yönetim kurulu üyesi…
Dönem sarı sendika dönemiydi.
Son zamanlarda ise koltuğa yakışmadığı halde koltuğa yapışan sendikacılarla karşı karşıyayız. İşte bu yüzden üyelerinin değilde kendilerinin yüzünü güldüren toplu sözleşme metinleri hep -cek, -cak ile biten cümlelerle dolu.
Aidatlar doğrudan kaynaktan kesiliyor. Devlet, grev hakkı olmayan sendika üyelerine üç ayda bir ciddi ödeme yapıyor. Sendika üyesi olmayanlar bu ödemeden yararlanamadığı gibi üye sayısı yeterli olmayan sendika mensuplarına da bu ödeme devede kesik kulak kadar ödendiği için parayı veren düdüğü çalıyor. Buna rağmen mevcut sendikalar potansiyelinin dörtte birini (%25,56) üye yapabilmiş değil.
Bunun nedeni; hala süren, hatta dünden daha da yoğunlaşarak artan baskı ve korku olmalı. Meslekteki gençlerin duyarsızlığı bir başka sebep değil mi? Sendikaların inandırıcılığını yitirmiş olması da en etkili gerekçelerden biri. Birilerinin arka bahçe oluşu, diğerinin Atatürk ve cumhuriyete olan mesafeli duruşu, pek çoğunun varlık bile göstermemesi, kitlesel olanların bu kadar yeter anlayışı taşıması sizce de önemli değil mi?
Oysa ülkemizde kamu işkolu sayısı 11, konfederasyon sayısı 14. Toplam kamu çalışanı sayısı 2.858.424 iken sendikaların üye sayısı 2.130.644, üye olanların oranı %74,54.
En çok üyeye sahip hizmet kolu eğitim, öğretim ve bilim hizmetleri koludur. Bu hizmet kolunda irili ufaklı toplam 51 sendika bulunmaktadır. İrili ufaklı çünkü bu alanda bir sendikanın üye sayısı 396.421 iken birinin sadece 4, birinin 6, diğerinin 13’tür. Demek ki bu 51 sendikanın ezici çoğunluğu ya iş olsun diye kurulmuş ya kişisel ikbal amacıyla oluşturulmuş veya çanta içinde kalmıştır. Zira bir kısmına kurucuların bile üye olmadığı anlaşılmaktadır.
Hoş sendikanın da sendikacının da kalmadığı bir ülkede sendikaları tartışmak ne kadar doğru taktirinize bırakıyor, makaleyi şu kıssa ile tamamlamak istiyorum.
Köylüsüne sürekli zulmeden biri helalleşme adına artık size zulüm yapmayacağım ama bir şartım var, der.
Köylü merak içindeyken zalim, harmanlardan geçen demiryoluna çıkıp torunumu sesi ve düdüğüyle uyutmayan treni durdursanız işlem tamamdır diye şartını açıklar. Arkasından şunu ekler, makinist bizden.
Koşul köylüye kolay gelir, uygulama başlar. Ancak makinst hızla ilerleyen treni frene asılmasına rağmen durduramaz. Yoldakilerden beş kişi ezilerek feci şekilde can verirken köylülerden biri kısık sesle bağırmaya başlar: “Allah’tan ki makinist bizdendi. Treni dikine getirdi, durduramadık. Ya makinst yabancı olsaydı da treni yatay getirseydi…”
Anla / yış işte!
An-la-yış…
Not: Veriler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı web sitesinden alınmış resmi rakamlardan oluşmakta olup yayımlanma tarihi 01 Haziran 2023’tür.