Annelik duygusu yaşayan her kadın bilir; bu duygunun ikame değeri yoktur. Biyolojik cinsiyet – toplumsal cinsiyet ayrımı üzerinden kadının maruz kaldığı şiddete odaklanarak yapılan çalışmalar ve bu bakış üzerinden oluşturulan kamuoyu; kadının anne olduğunda eriştiği değerin, anne olmayan veya olamayan kadınlara verilen değer ve duyulan saygının ötesine geçmesine itiraz üzerine temellendirilmektedir. Bu doğrultuda günümüzde yaygın hale gelen anlayış, kadının evlenme ve anne olma şartına bağlanmaksızın bir insan olduğu, birey olduğu, dahası hayatının öznesi olduğu kabulünden hareketle değer ve onur sahibi olduğunun kabul edilmesi gereğidir. Bir hukukçu olarak bu bakış açısının doğru ve adil olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte; kadının bir özne, hayatının karar vericisi olarak yaşamını sürdürmesi ve özgürlüğü ekonomik bağımsızlık şartına bağlanmakla da, bu anlayış temelinden dinamitlenmektedir. Ekonomik bağımsızlık uğruna, kapitalizmin eriştiği endüstri 4-0 dünyasında ve kuşatılmışlığında çalışan ve düzenli bir gelir elde eden kadın, gerçekte ne kadar özgürdür? Ekonomik bağımsızlık, ona özgürlüğünü sağlayabiliyor mu? Ekonomik bağımsızlık uğruna özel hayatından ve mutluluğundan verdiği tavizlerin bedelini sadece kadın mı ödüyor?
Bir toplumdaki kadın – erkek ilişkileri, kadının toplumsal cinsiyet kuralları ekseninde geçen hayatı, erkek egemen aile yapısı da önemli birer kültür oluşturucudur. Özellikle tüm dünyada yaygın olarak gözlemlenen ama az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde daha çok göze batan olgulardan birisi, kadının siyasal katılımının düşük seyrettiğidir. Kendi hayatının dahi karar vericisi olamayan kadınların, üyesi bulundukları toplumun sorunları ve ihtiyaçlarının belirlenmesi ile çözüm uygulamalarının birer katılımcısı olmaları mümkün değildir. Dolayısıyla kadın ve erkekten müteşekkil toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel değerlerinin ve sorunlarının sadece erkek bakış açısıyla ve erkek ağırlıkta bir kadro ile yine masküler bir üslupla belirlenmesi ve uygulayıcı irade olunması, işte o toplumun sorunlarının çözümünde ve ilerlemesinde fazla bir katkı sağlamayacaktır.
Örneğin; Fransız devriminde kadınların yoğun bir biçimde yer aldıkları, devrim döneminde Bastille ve Versailles’e yapılan saldırılara katıldıkları, devrim dışı güçlerin hücumlarına karşı koymak konusunda etkili oldukları tarihsel bir gerçek olmasına rağmen, 1789 yılında yayımlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde savunulan insan kavramına kadınlar dâhil edilmemiştir. Bu nedenle 1789 Bildirisi, erkek hakları demeci olarak da nitelendirilir. Devrimci Fransız kadınları bu eşitsizliğe karşı çıkmışlardır. Ollympe de Gouges, 1793 yılında bir kadın hakları bildirgesi yayımlamıştır. Bu demeçte; kadının hür doğduğu ve erkeklerle eşit haklara sahip olduğu vurgulanmıştır. Ancak bu girişim başarıya ulaşamamış ve Ollympe de Gouges Fransız devriminin terörü içinde ölümle cezalandırılmıştır. Kadın hakları mücadelesinin tarihsel gelişimi bu köşede yüzlerce yazıya konu olabilecek kapsamda ve derinliktedir. Ancak şu gerçeği tespit etmeye ihtiyacımız var: Türk kadını dünyada, kadının maruz kaldığı şiddetten her kadın gibi nasibini alırken ve uğradığı her türlü şiddetle mücadelenin merkezine ekonomik bağımsızlık hedefini stratejik bir araç olarak koyarken, kadim kültürümüzdeki kadının değerinden ne kadar uzaklaştığımızın farkında mıyız? Kadınlar, ekonomik bağımsızlık ile kariyer sahibi olmayı önceleyerek aile kurmayı, anne olmayı öteliyorlar. İleri yaşlarda gerçekleşen doğumlar, hem annenin hem de çocuğun sağlığını tehlikeye atmakla kalmıyor, doğum sonrası kısa süre içinde çalışma hayatına geri dönen kadının duygu dünyasında çok sonradan farkına varacağı ağır yaralar ve telafisi imkansız zararlar açılıyor. Peki; eğitimli ve ekonomik bağımsızlığı olan, bu yolla özgürleştiğine inanan kadınların çocuklarına kimler bakıyor? Erken çocukluk döneminde uzmanların sıklıkla dikkat çektikleri oral dönem, anal dönem ve fallik dönemde annesi ile yaşaması gereken fiziki ve duygusal birliktelikten mahrum büyüyen çocuklar, annelerinin ikamesi kaç kadın ile birarada kalıyor ve onların sosyo – kültürel değerlerinden etkileniyorlar? Eğitim düzeyi yükselen kadının çocuğu, kadının bu entelektüel gelişiminden ne kadar beslenebiliyor? Bunun ne önemi var derseniz; yaygınlaşan ve normalleşen bu durum, toplumun kültürünü, kültür demokratik kültürünü, demokratik kültür de devletin demokratik yapısını belirliyor. Dahası, sağlıklı gelişemeyen bireylerin şiddete ve suça bulaşması sadece kadına yönelen şiddeti değil, tüm alanlarda şiddeti ve suç işlenme oranlarını artırıyor. Psikoloji ve Psikiyatri alanındaki bazı çalışmalar da, anne ikamesi olan başka kadınlarla büyüyen erkek çocukların yetişkin birer erkek olduklarında, duygu dünyalarında yaşadıkları boşlukların da etkisiyle tek eşli bir yaşam süremediklerini ortaya koymakta. Toplumun temelinin aile olduğu en üst normlarla – anayasayla tespit edilmiş bu kabulden hareketle, tek eşli yaşam süremeyen bireylerin aile yaşamları ve o toplumun değerleri ne hale gelir? Bu ve bu gerçeklerle bağlantılı diğer olguların yarattığı sorunların çözümü etkili kamu politikalarının yürütülmesini gerektiriyor. Etkili kamu politikalarının oluşturulması ise devlet aklının bu konulara ağırlık vermesini.
Konunun bir de milli güvenlik ile bağlantısına değinmek istiyorum. Bilindiği gibi dil; milli güvenliğin (esasen millet olmanın) asli bir unsuru olarak ele alınırken, bu aşamada dilin öğrenildiği aile kurumuna dikkat çekilir. Anayasamızda da güvence altına alınan bir kurum olarak aile toplumun temelidir. Ailenin bir kurum olarak hukuki değerinin yanı sıra sosyolojik değeri de yüksektir. Demokrasinin de yerleşebilmesinin bir gereği olan demokratik kültür; “ortak sorunlara ortak çözümler bulma”, birlik – beraberlik, dayanışma, karşılıklı sevgi – saygı gibi değerler aile ortamında tanışılan ve öğrenilen değerlerdir. Ailede olan toplumsal yaşama yansıyacağından, bir toplumsal yaşam o toplumdaki ortalama bir aile yapısının da aynasıdır, denebilir. Aile ayrıca demografik değer üreten bir kurumdur. Dili yaşatacak olan insanların ve kültürünün üretim evi olarak kök hücresidir. Günümüzde demokratik açıdan gelişmiş ülkelerin genelinde ve de ülkemizde ailenin hem kurumsal yapısını bozan hem de bunun bir etkisi olarak demografik yapıda milli kültür gelişimine zarar veren bir süreç yaşanmaktadır. Kültürel ve ekonomik gelişmişliğin bir göstergesi olarak kadın istihdamındaki artış, kadının biyolojik cinsiyetinin sorgulanmasına, bunun kadın hakları ve özgürlüğü temelinde değerlendirilerek, eğitim seviyesi yüksek ve ekonomik özgürlüğe erişmiş kadınların evlenmesi, anne olması ve belli bir sayının üzerinde (2 veya 3) çocuk dünyaya getirmesinin birbiriyle ters orantı teşkil etmesi gerektiğine dair bir algı oluşmasına yol açmaktadır. Esasen kadının ekonomik özgürlüğü olarak değerlendirilen kadın istihdam oranlarındaki artışın gerçekte ne kadar özgürlük getirdiği ayrı bir tartışma konusudur. Bir ailede değer üretmenin, giderler için gerekli olan parayı kazanma olarak anlaşılması ve parayı kazanan kişi erkek (koca) ise, onun karar vericiliği ve ekonomik özgürlüğünün olduğu yolundaki kabulden hareketle onu aile reisi ya da ailede güçlü olan kişi (korkutan, kendisinden korkulan, otorite) olarak kabul edilmesi zaten başlı başına hastalıklı bir anlayıştır. Oysaki kadim Türk kültüründe kadın sadece doğuran, bakıp besleyen, büyüten değil; akıl, bilgi ve kültür üreten, insan yetiştirendir. Bu değeri yalnızca tek bir kelimenin anlamında bile görebiliriz. Annesini kaybeden çocuğa öksüz denir. Öksüz, etimolojik olarak “anne” anlamına karşılık gelen “ök” kelimesinden türemekle birlikte, “ök” aynı zamanda “öğrenme, “öğretme”, “öğrenci” “öğüt”, “öğün” gibi kelimelere kaynaklık eden “akıl” anlamına gelmektedir. O nedenle dil, sahip olduğu öneme binaen sadece filolojik bir değer olarak değil, milli güvenlik açısından da ele alınarak korunmalı, bu yolda da ailenin maruz kaldığı yukarıda saydığım tehlikelerle sadece insani – hukuki açıdan değil, milli güvenlik meselesi kabul edilerek mücadele edilmelidir. Dilin, millet olma bilincinin ve milli güvenliğin asli bir unsuru olmayı sürdürebilmesi için; o ülkede yaşayan ve gündelik hayatlarında o dili benimseyen insanların sayısal çoğunluğu da önemli bir etkendir. Türkiye’de Türkçe’nin resmi dil olarak devletin kurucu ve asli bir unsuru olmaya devam edebilmesi, Türkçe konuşan insanların sayısal üstünlüğü sürdürebilmesiyle mümkündür. İşte bu minvalde Türkiye’nin yaşadığı göç ve göçün demografik etkileri ile gündelik hayatında Türkçe konuşan toplumsal kesimlerin aile kurma ve çocuk sayısı ile ilgili tercihleri, kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede Türkçe’nin tek dil olma özelliğini olumsuz olarak etkileyebilir. Türk kadını; özgürlük adına ekonomik bağımsızlık ve bu uğurda anne olmaktan vazgeçiş ya da az çocuk – tek çocuk tercihiyle sadece kendi varoluşundan uzaklaşmıyor, kültüründen ve Türk devletinin kadın iradesinin bir tezahürü olan yapısından da kopuyor. Ve kadınların bu yönde bir tercihte bulunuyor olmasında erkek şiddetinin ve toplumsal cinsiyet kurallarının payını da ayrıca düşünüp, hepimizin iğneyi kendimize batırması gerekiyor.