Türkiye’de Kurumların Çöküşü

Türkiye’de Kurumların Çöküşü
Yayınlama: 27.06.2022 14:00
A+
A-

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çok zayıf bir noktası vardır: Kurumsallaşma olmaması… Atatürk döneminde kurumsallaşma yönünde önemli adımlar atılmışsa da daha sonra kurumsal yapı yeniden bozulmaya başlamış, günümüzde neredeyse devleti çökertecek bir noktaya gelmiştir. Oysa sağlam ve gelecek vaat eden bir millet; kişisel veya sınıfsal çıkarlar için kolay değiştirilemeyen bir devlet düzeni, kurumsallaşma ister. Hükümetler gelip gittikçe iktidara gelen siyasetçiler devlet teşkilatını kendi çıkar ilişkilerine göre veya bilgisizliklerinden dolayı değiştirememelidir. Ne yazık ki, bizde değiştiriliyor.

Kurumsallaşmamış bir kurum, bir idarî veya toplumsal birim; ister devletin olsun, ister daha alt bir yapının olsun, iyi yönetilemeyeceği gibi dış veya iç güçler tarafından kolayca istismar edilir. Yapacakları şey basittir: Yönetici kadroyu, özellikle başındaki en yetkili kişiyi elde etmek… Bir veya birkaç kişiyi elde etmek kolaydır, buna karşılık kurumları bütün olarak elde etmek zordur. Kurumsallaşmamış birimde yönetici, başkan, üst kadro değişince, o kurumun zihniyet, hedef ve uygulamaları da toptan değişikliğe uğrar. Biri gidince, yerine gelen; kendi değerlerine göre, kendi kişisel amaçları ve çıkarları yönünde her şeyi değiştirir. Düşman işte bu değişiklikten yararlanır, hatta bu değişikliği önceden ayarlamış da olabilir. Oysa o kurumdaki birikim, geçmişteki yüzlerce beynin ortak eseridir. Bir devleti ancak uzun yıllar, nesiller devlet yapar. Sağlam ve gelecek vaat eden bir toplumda kişisel müdahale ile kolay kolay değiştirilemeyen bir devlet yapısı, kurumsallaşma olmalıdır. Kim olursa olsun, bireyler değil, mutlaka kurumsal yapı belirleyici olmalıdır. Ne yazık ki bizde, hele günümüzde tam aksi oluyor.

Peki, kurumsallaşma nedir? Kurumsallaşma; bir kurumun, bir kuruluşun, faaliyetlerini kişilerin bilgisizlik, şahsî zayıflık, hesap ve amaçlarına bağlı olmadan sürdüreceği bir yapıya kavuşmuş olması demektir. Kurumsallaşmış bir birimde herkesin benimseyip uyduğu temel ilkeler, kurallar vardır. Yetki ve sorumluluklar belirli, iş ve görev tanımları açıktır. Kararlar karşılıklı görüşme ile veya uzman raporlarına göre, belirli şahıslara bağlı olmaksızın birlikte alınır. Kişisel ihmal veya yeteneksizlik, çıkar amaçlı fikir, yorum ve hareket kapısı olabildiğince kapalıdır. Türkiye’de ne yazık ki devlette ve devletin hemen hiçbir biriminde sağlam bir kurumsallaşma yoktur, kalmamıştır.

● Atatürk; devrimleri henüz başlatmadan önce devlet ölçeğinde “kurumsallaşma, kişisel siyaset ve programdan uzak durma telkininde bulunarak” bu büyük eksikliğimize dikkat çekmiştir. Şöyle diyor: Bir milleti yönetmede prensip, milletin ortak fikir ve eğilimlerine tabi olmaktır. Esin ve kuvvet kaynağı; herhangi bir kişi değil, milletin kendisidir. Bir devlet adamı kerameti kendisinde görmeye başladığı an, devlet adamlığı niteliğini yitirmiş demektir. Pratikte çoğu zaman kişisel hesapların belirleyici olması, milletlerin büyük bir talihsizliğidir. Bir millet tek bir kişinin gayreti ve çalışmasıyla bir adım bile atamaz. Bir kişi, beş kişi bir millete ve devlete ait olan sorunları ne düşünebilir ne de başarabilir.

Birçok bilgin, düşünür ve girişimci zaman zaman, bu vatanı bayındır kılmaya, gerçek kurtuluşa kavuşturmaya çalışmışlardır. Görüyoruz ki, sonuç bir başarı görünümü arz etmiyor. Bunun sebebi şimdiye kadar şahsi siyaseti, şahsi programı uygulamak; fakat bir devlet siyaseti ve devlet programı izlememektir. Halbuki olumlu, makul, emin, sabit bir program icapları bağımsız bir şekilde ve daima ve herkes tarafından ileriye götürülmek lazımdır.

Bir fikrin, uygulamaya geçebilmesi için, tabiatıyla o fikrin girişeni ve girişenleri olması gerekir. Ne var ki bu fikrin girişen ve girişenleri kendi başına ve ayrı ayrı girişimlerde bulunursa, her girişenin çalışma bileşkesi ve sonucu o kadar küçük, o kadar zayıf olur ki, bundan millet ve ülkenin yararlanması şöyle dursun, onun ömrü ve hayatı da gayet kısa olur.  O halde aynı fikirde ve aynı görüşte bulunan insanların –ki o görüş bugün bizim için, hepimiz için bu ülkeyi bayındır kılmak ve gönençli kılmaktan başka bir şey olamaz- bunu yapabilmeleri için kesinlikle, dediğim gibi esaslı bir program ve o programın etrafında bir kuruluş oluşturulması lazımdır. İşte böyle bir kuruluşla el ele vererek bütün millet çalışırsa, bütün milletin çalışma bileşkesinden çıkan sonuç bütün bir millete ışık serper, mutluluk serper.

● Türkiye’de Atatürk’ün zamanında ve sonrasında etkili bir kurumsallaşma sağlandı ve bir süre yaşatıldı diyebiliriz. Ne var ki, özellikle 2002 seçimlerinden sonra durum değişti. Kurumsallık niteliği her tarafta ve sürekli olarak darbeler almaya başladı. Kurumsal yozlaşma arttı ve yayıldı, günümüzde de bütün hızıyla devam ediyor. En verimli zamanında kaybettiğimiz, değerli bir, aydınımız, Şahin Mengü; 2013 tarihli bir yazısında Türkiye’de kurumların çöküşünü, en stratejik kurumlarımızdan örnekler vererek etkili bir şekilde anlatmış. Aşağıda özetleyerek sunuyorum.

Turgut Özal’la başlayıp, AKP iktidarı ile iyice fütursuzlaşan, devlette gelenek haline gelmiş, kamuda üst makamlara atama yapılırken “liyakat ve deneyimi” ön plana çıkartan anlayış yok edilmektedir. Zira liyakat ve deneyim sahibi olduğu için belli görevlere getirilmiş bürokratlar siyasetçiye direnirler ve yanlış yapmalarını engellerler. İşte Başbakanın “bürokratik oligarşi” dediği budur. Bunlar kamu yararını siyasetçinin isteklerinden önde gören, liyakat sahibi namuslu memurlardır.

Bu konuda ilk darbeyi Maliye yemiştir. Hesapsızlık ve kitapsızlık bir yaşam tarzı olan Turgut Özal; önce bu bakanlığın hizmet içi eğitim kurumları gibi çalışan, usta çırak ilişkisine dayanan, liyakat sahibi, konusuna hâkim insanlar yetiştiren teftiş kurullarını dejenere etti. Sonra, adım adım Yargı siyasi iktidarın borazanı haline geldi. Öyle ki, ülkenin Başbakanı işi, “Yargıya talimat verdim” demeye kadar götürdü.

Yıllardır bu ülkede yaşayan herkes güvenilir kurumlar dediğiniz zaman, size üç tane kurum sayardı: Türk Silahlı Kuvvetleri, Dışişleri Bakanlığı ve Maliye.

Maliye bitirildi. Türk Silahlı Kuvvetlerinin vatansever, yetenekli, iyi eğitilmiş personeli ya Silivri’ye ya da Hasdal’a tıkıldı, o da toplum indindeki güvenilirliğini yitirdi. Kala kala bir Dışişleri Bakanlığı kalmıştı. Onu da bitirmeye karar verdiler. AKP iktidarı ile birlikte, kariyerden gelmeyen, meslek dışından atanan büyükelçilerin sayısı darbe dönemlerini bile aştı. İktidar bugüne kadar kendine yandaş insanları liyakatine, deneyimine bakmadan sadece “badem” olmasına bakarak atamalar yaptı.

AKP iktidarı ile beraber, Dışişleri Bakanlığında önce gençleştirme gerekçesiyle, dış politika seçeneklerinin belirlenmesi ve oluşturulmasında özel yetenek isteyen, usta çırak ilişkisi içinde elde edilen yetenekler göz ardı edildi. Bazı yandaş kişiler, liyakat ve deneyimlerine bakılmaksızın üst görevlere atandıkları için bugün yapılan hatalar ülkeye ağır bedellere mal olmaktadır. Geçmişi Cumhuriyet öncesine dayanan ve dünyada saygınlığı olan Türk Diplomasisi ağır bir darbeyerken, ne meslekten ne de muhalefetten tek bir ses çıkmaması çok üzücüdür.

● Sonuç olarak, yalnız, Şahin Mengü’nün saydığı stratejik kurumlar değil, hemen hiçbir kurumumuz masun olmadı bilinçli saldırılardan. Devletin ne üst ne alt birimlerinde kurumsallıktan eser kalmadı. Bugün bütün devlet, bütün kurumlar darmadağındır; kural, yasa kalmamıştır. Ülke halkın değil, birtakım iç ve dış merkezlerin, şahısların hizmetindedir; millî iradenin değil, millet-dışı iradelerin aracı haline gelmiştir.

Bütün bakanlıklar ve teşkilatları, ekonomi ve eğitim kurumları, Merkez Bankası, TÜİK, üniversiteler, hepsi bu yozlaşmadan payını aldı ve alıyor. Tahribat o kadar açıktan ve gaddarca yapılıyor ki, sebebini yalnızca cehalete ve beceriksizliğe bağlamak mümkün değildir. İç ve/veya dış kaynaklı bir plana bağlı olarak yapıldığı olasılığını da hesaba katmak gerekiyor.

Kaynaklar

– Cihan Dura, Dünden Bugüne Türkiye’nin Sorunları, Atayurt Yayınevi, 2020, ss. 301-307

– Cihan Dura, Ataname, Doğu Kitabevi, İst., 2019. (Derge: Program)

– Şahin Mengü, “Kifayetsiz Muhterisler”, Aydınlık, 27.5.2013.

Azim ve Karar, 27.06.2022

1. DOĞUMU VE GENÇLİK HAYATI Cihan Dura 5 Mayis 1940’da Ankara’da doğmuştur. Üç kardeşin ortancasidir. Cihan Dura’nin doğumu ve çocukluğu Atatürk’ün aramizdan ayrilişinin henüz taze olduğu yillara, tek parti iktidarının kendini kuvvetle hissettirdiği bir döneme rastlar. O yıllar aynı zamanda 2. Dünya Harbi’nin sürdüğü “karartma” yıllarıydı. Ekmek karne ile satılırdı. İlkokula babasının savcı olarak bulunduğu Elazığ’da başlamıştır. Babasının 1948’de Niğde’ye atanması üzerine, tahsiline bu ildeki 23 Nisan İlkokulu'nda devam etmiştir. Orta okulu ve lisenin bir bölümünü de Niğde’de okumuştur. Ders aldığı hocalar arasında Naci Bey, Hüseyin Yetik, Nihat Karakurum, Nazım Bey,... sayılabilir. Babasının Ağır Ceza Reisi olarak atanması üzerine Lise tahsilini Adana’da sürdürmüştür. Küçük yaşlarda okumaya çok meraklıydı. Lise yıllarında şiire merak sardı. Şiirleri birkaç defter doldurmuştur. Resim alanında da yetenekliydi. En başarılı olduğu derslerden biri matematikti. Cihan Dura 1958 yılında Burdur Lisesi’nden mezun olmuştur. Türkiye’de o yıllarda üniversiteye giriş sınavı yapılmazdı; her fakülte öğrencilerini kendi belirlediği sisteme göre kendi alıyordu. Kimi öğrencisini lise mezuniyet derecesine göre alıyor, kimi giriş sınavı açıyordu. Bazıları sınavsızdı. Cihan Dura Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin (SBF) sınavına girdi. Bir tedbir olarak da sınavsız olan Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Sınavı kazanınca SBF’ne kaydoldu. Bu fakültede Yavuz Abadan, Sadun Aren, Kemal Fikret Arık, Fahir Armaoğlu, Tahsin Bekir Balta, Bedri Gürsoy, Attila Karaosmanoğlu, Aziz Köklü, Seha Meray, Cahit Talas, İbrahim Yasa,... gibi değerli hocalardan ders aldı. 2. AKADEMİK HAYATI Cihan Dura Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Şubesi’nden 1964 yılında mezun oldu. Askerlik hizmetini, Van 122. Seyyar Jandarma Alayı’nda levazım yedeksubay olarak yaptı (1964-1966). Ankara’ya dönüşünde bir süre Sosyal Sigortalar Kurumu’nda aktüer yardımcısı olarak çalıştı. Ancak hevesi akademik kariyerde idi. Çocukluğundan beri bilimlere, araştırmaya, bilimsel metoda büyük ilgi duyuyordu. Avrupa’ya gitmeye, orada araştırma ve bilim alanında feyz almaya can atıyordu. Sonunda bu büyük emelini gerçekleştirdi: 1968’de iktisat alanında doktora yapmak üzere Devlet burslusu olarak Fransa’ya gitti. Önce Tours’da bir yıl kalarak Fransızca’sını ilerletti. Ardından Paris’e geçti. İktisat dalları içinde kendisini cezbeden Uluslararası İktisat'tı. Doktorasını bu alanda, Université de Paris-I’de Profesör Jean Weiller’in yönetiminde “Gelişme Ekonomisi” konusunda yaptı. Paris’de geçirdiği 5 yıl boyunca iktisat biliminin yanı sıra, bilimsel metot, araştırma teknikleri konularında da bilgi ve görgüsünü artırmaya çalıştı. Pozitif bilime, bilimsel metoda, aklın açıklayıcı gücüne sonsuz bir inançla doluydu. Doktorasını alıp yurda dönerken, büyük bir mutluluk içindeydi; âdeta sevinçten uçuyordu. Çünkü görevine genç bir bilim adamı olarak hemen başlayacağını düşünüyordu. Ne var ki olaylar onun umduğu gibi gelişmedi. İlk iki yıl Ankara’da hangi fakülteye başvurduysa, kapıların yüzüne kapandığını gördü. Yurduna döndükten ancak 2 yıl sonra, 1979’da Balıkesir İşletmecilik ve Turizm Yüksek Okulu’nda Dr. Asistan olarak hizmet imkânına kavuşabildi. O tarihe kadar Milli Eğitim Bakanlığı Planlama Araştırma ve Koordinasyon Dairesi’nde memur, (1975-1976), Ticaret Bakanlığı Teşvik ve Uygulama Genel Müdürlüğü Yabancı Sermaye Şubesi’nde (1976-1977) uzman, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Teşvik ve Uygulama Genel Müdürlüğü’nde proje değerlendirme uzmanı (1977-1979) olarak çalıştı. Doçentlik başvurusunda da sorunlar yaşadı. Eskişehir İktisadî ve İdarî Bilimler Akademisi’ne yapmış olduğu başvuru, yeni yüksek öğretim kanununda akademilerin kaldırılmış olması nedeniyle geçersiz sayıldı. Bu sefer başvurusunu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne yaptı. Bu kurumca yapılan sınav sonucunda başarılı olarak, Kasım 1982’de “iktisadi gelişme ve uluslararası iktisat” anabilim dalında doçent unvanını aldı. 1984 baharında naklen Erciyes Üniversitesi İİBF’ne atandı. O tarihten itibaren bu fakültenin İktisat Bölümü İktisadi Gelişme ve Uluslararası İktisat anabilim dalında öğretim üyesi olarak çalıştı. Mart 1989’da aynı anabilim dalında profesörlüğe yükseltildi. Mayıs 2007'de emekli oldu. Cihan Dura’nın akademik hayatı boyunca verdiği başlıca dersler şunlardır: Uluslararası iktisat, Türkiye ekonomisi, araştırma yöntemleri, ekonomik yapılar, Avrupa Birliği ve Türkiye, çevre ekonomisi, yatırım proje analizi. Cihan Dura akademik görevinin yanı sıra müdür yardımcılığı, bölüm başkanlığı, fakülte ve yönetim kurulu üyeliği gibi idarî ve akademik görevlerde de bulundu. 1984 yılından sonra katıldığı bazı bilimsel yarışmalarda çeşitli ödüllere layık görüldü. Cihan Dura Ekim 1977 de, Nevin Tüzün’le evlenmiştir. İki çocuk sahibidir.