CHP eski milletvekili Atilla Kart’tan Kılıçdaroğlu’na açık mektup

CHP eski milletvekili Atilla Kart’tan Kılıçdaroğlu’na açık mektup
Yayınlama: 16.08.2023 19:10
Düzenleme: 16.08.2023 19:04
A+
A-

14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimlerinde alınan başarısızlık sonrası CHP’de değişim ve kurultay tartışmaları devam ederken 22, 23 ve 24. Dönemler CHP Konya Milletvekili Atilla Kart CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben bir mektup yayınladı.

Atilla Kart ,yirmi dokuz sayfalık mektubunda AKP’nin 21 yıllık iktidarına ilişkin değerlendirmelerde bulunurken CHP’nin bu dönemdeki muhalefet anlayışını değerlendiren görüşlerini, tespitlerini, önerilerini ve kaygılarını paylaştı.

Kart’ın,Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben yazdığı mektup şöyle:

Sayın Genel Başkanım,

 Bu açıklama, şekli anlamda “manifesto” niteliğinde bir açıklama değildir. “Kurumsal” bir sıfatımın olmadığının bilincinde ve farkındayım. Ancak, içerik olarak “manifesto” anlam ve sonucunu taşıyan değerlendirmelerin yapılacağını vurgulamak gereğini duyuyorum.

Bu açıklama; 2002 yılından bu yana CHP bünyesinde siyaseten yaşadıklarımı, başardıklarımı, başaramadıklarımı “tarihe kayıt düşmek” amacıyla, Sizinle ve kamuoyuyla paylaşmak gereğini duyduğum bir açıklama niteliğindedir. Toplumsal boyut ve etkileri olan olayların ancak “bir bölümünü” dile getireceğim. Özel ve ihtirazi kaydı olan konuları dile getirmeyeceğim. Ancak, kamusal ve toplumsal boyutu olan olayları, gelişmeleri anlatmanın ve kamuoyuyla paylaşmanın, yurttaş sorumluluğu ve Halkın doğru bilgilendirilmesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım. 2002- 2007, 2007- 2011, 2011- 2015 dönemlerinde, 13 yıl aralıksız olarak milletvekilliği görevini sürdürdüm. 2015′ ten sonra, diğer partilerden seçilecek sırada milletvekilliği önerileri geldi. Hepsine cevabım …. Ben, her ne yapacaksam CHP saflarında yapacağım.diyerek teşekkür ettim. Bugün de aynı noktadayım. Açıklamalarımın “kişisel ve duygusal” boyutunun bulunmadığını, tümüyle “sorumluluk” anlayışıyla dile getirildiğini vurgulamak amacıyla, bu bilgilendirmeyi yapmak gereğini duydum.

Söylemlerimin “tespit ve uyarı” amaçlı olduğunu; Halkın, kamuoyunun ve Parti örgütlerinin doğru bilgilendirilmesi amacına yönelik olduğunu önemle ifade ediyorum. Toplumsal barışın, demokrasinin ve müesses düzenin hukuk mekanizmalarının, İktidar eliyle sabote edildiği bir dönem yaşanmaktadır. Anayasal ve adli anlamda yaşanan “tarihi kırılmaları” anlatacağım. Öte yandan, bu kırılmaların yaşandığı dönemlerde de, şimdi dile getirdiğim uyarıları ve tepkileri, Parti tüzel kişiliği ile, kamuoyuyla paylaştığımı ve bilgilendirdiğimi yeri gelmişken ayrıca ifade ediyorum. Bu süreçlerde görevimi yapıp yapmadığımı, icrai anlamda çalışmalar yapılıp yapılmadığını maddi ve anayasal boyutlarıyla ifade edeceğim. Parti Yönetimlerinin duyarsız, edilgen ve bürokratik politikalarının yol açtığı “kısır döngüyü” anlatacağım.

***

 22 – 23 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 33. Olağan Kurultay sonucunda CHP Genel Başkanı seçildiniz. Tüm delegelerin “oybirliğiyle” seçildiniz. Muazzam bir olaydı. Size destek ve imza veren milletvekilleri arasında Ben de vardım. CHP Delegesinin, bariz bir özelliği vardır. Kuruluş misyonunun gereği olarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğüne sahip çıkar ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları arasında bölgesel, etnik ya da din ve mezhep üzerinden ayrım yapmaz. Bir taraftan demokratik meşruiyetin oluşmasını amaçlar, bir taraftan da Vatan’ın bölünmez bütünlüğünü esas alır. Programı da bu yöndedir.

 Bu misyonunun tarihi gereğini, “bihakkın” yapıp yapmadığı elbette tartışılabilir.

Ancak, bu misyonunun gereğini 22 – 23 Mayıs 2010 Kurultayında “bihakkın” yapmıştır. Dersim’in mütevazı bir ailesinin evladını, gönül huzuruyla ve sorumluluk duygusuyla CHP’ ye Genel Başkan olarak ve tereddütsüz bir anlayışla seçmiştir. Bünyesinde ulusalcısını, yurtseverini, sosyalistini, sol düşünceye sahip olanları, laik anlayışa sahip olanları barındıran CHP; 22- 23 Mayıs 2010 tarihinde yine aynı “sağduyuyla”, önce Türkiye’ye, daha sonra CHP’ ye sahip çıkmıştır.

CHP kitlesi; 22 – 23 Mayıs 2010 tarihinde “…… Benim için Kürd’ü, Türk’ü, Alevi’si,

Sünni’si yok….. Çerkez’i, Arap’ı, Gürcü’sü, Laz’ı, Ermeni’si, Süryani’si, Ezidi’si yok….. Benim için; Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğü ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının eşitliği esastır……………………………………………………………………………………………………………………………… “

demiştir.

Muhteşem bir mesaj verilmiştir. Demokrasi, barış, eşit yurttaşlık, yüzleşme kavramlarını da kapsayacak şekilde mesaj verilmiştir. Daha da önemlisi, CHP kitlesi büyük bir sorumluluk, özgüven ve özeleştiriyle, 1937 ile yüzleşmiştir. Toplum vicdanıyla ve tarihle yüzleşmiştir. Devletin yapmadığını/ yapamadığını , CHP kitlesi yapmıştır.

 Sorun şudur; aradan geçen 13 yıl içinde, CHP ve Siz, bu muazzam mesajın hakkını verdiniz mi, verebildiniz mi? Bu gelişmeleri, kaygılarımı ve uyarılarımı 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce Mayıs ayı içinde, CHP’ nin Çevre Sokak’ ta bulunan binasında Sizinle doğrudan paylaşmıştım.

Bu sorunun cevabı, o zaman da “Hayır’dı” . Bugün de “Hayır’dır”. Neden “Hayır” dediğimi aşağıda gerekçeleriyle dile getireceğim. Bu değerlendirmeleri, yurttaş sorumluluğu ve CHP’ li kimliğimle yaptığımı bir kez daha ifade ediyorum. Parti içindeki hiçbir grupla bağlantı içinde değilim. Elbette, ilkelerime ve demokrasi anlayışıma uygun olduğuna kani olduğum bir yapılanma doğarsa, o yapının içinde yer alacağım.

***

CHP’ de değişimelbette olmalıdır.

Sorun, “değişimin içeriği, ideolojisi ve yöntemi” nasıl olmalıdır sorusunda düğümlenmektedir. “Değişim olgusu” disiplin, emek, ideoloji bütünlüğünü gerektirir. Bu kavramların içinin doldurulması gerekir. Salt, “sloganlarla” ve “şekli söylemlerle” bu süreç yönetilemez. Değişim iddiasıyla ortaya çıkanlar; Parti programına, 6 Ok’ a, Parti ideolojisi ve misyonuna yeterince sahip çıkıyorlar mı? 6 Ok’ un, günümüzdeki anlamını ve yorumunu tartışıyorlar mı? Bu soruların tümünün cevabı “Hayır’ dır”.

 10- 11 yıldan bu yana Parti Yönetimlerinde yer alıp, 28 Mayıs’ tan sonra “parti içi muhalif” görüntüsüyle “değişim” saflarına katılmanın inandırıcı bir yönü olamaz. Ya da MYK yapısında ismen değişiklik yapıp, aynı yönetim anlayışını sürdürenlerden “değişim” icraatlarını beklemek söz konusu olamaz. Maalesef, Parti yönetilemez hale gelmiştir. Tarihi kırılmalar yaşanırken, bu kişiler gerekli tepkiyi göstermemişlerdir. “İnandırıcılık ve güven” sorunu daha bu aşamada yaşanıyor.

CHP yönetimlerinin; Laikliğin anlam, önemi ve vazgeçilmezliğinin farkında olmadığını kaygıyla görüyor ve gözlemliyorum. Bu nedenle; demokrasinin özünü, temel hak ve özgürlüklerin esasını oluşturan, özgür birey olmanın temelini teşkil eden laikliğin, 9- 10 yıldan bu yana içinin boşaltılmasına seyirci kalındığını görüyoruz.

16 Nisan 2017 Anayasa Referandumunda “mühürsüz zarf ve oyların” geçerli sayılmasına yol açan, aynı propaganda döneminde parti örgütlerine ….. Aman ha laiklikten söz etmeyeceksiniz….diyebilen, “kifayetsiz ve muhteris” bir kliğin başında olan “1 nolu fail ve türevleri”, neden MYK yönetiminde ısrarla tutulmuşlardır? Bu yüzleşme ve sorgulama neden yapılmamaktadır?

 Temel bir diğer soru; AKP’ nin, Cumhuriyet ve Demokraside 22 yıldan bu yana yarattığı ve giderek onarılması güçleşen tahribatı ve sonuçlarını, Halkımıza anlatabildik mi, anlatabiliyor muyuz? Türkiye’ nin demografisi bilinçli olarak değiştirilirken, gösterilmesi gereken tepkiyi, etkili bir şekilde neden göstermiyorsunuz?

Ve nihayet, demokrasilerde ve cumhuriyet rejimlerinde esas olanın yurttaş hukuku ve insan hakları” olduğunu anlattık mı, anlatabiliyor muyuz? Giderek yok olan yurttaşlık “aidiyetini” yeniden inşa etmek için, üstünüze düşen görevi neden yapmıyorsunuz?

 

Bu sorular elbette çoğaltılabilir.

 

***

 AKP İktidarları; 1994 – 2002 İBB Döneminde “Örtülü Ödenek” ile başlayan ve “Kayıt Dışı” devam eden bir yolculuğun Türkiye mümessilleridir.

Elbette, AKP yönetim kadrolarının tümü için bu ifadeyi kullanmıyorum. Karar mekanizmalarında etkili olanları kast ediyorum. “Türkiye’ yi Bölgenin Süpermarketi” (TBMM kayıtlarına dayanarak söylüyorum) yapmak isteyen Sn. R.T ERDOĞAN, 21 – 22 yıl sonunda maalesef bu amacına büyük ölçüde ulaşmıştır. Üretim ve istihdam kaynakları bilinçli olarak İktidar tarafından yok edilen Türkiye, 21 -22 yılın sonunda “ucuz ve niteliksiz işgücünün” yaratıldığı, nitelikli insan gücünün ise Türkiye’ yi terk ettiği bir Ülke haline getirilmiştir. Türkiye, “siyaseten ve ekonomik olarak” bağımlı bir Ülke haline gelmiştir. AKP İktidarları, misyonunun gereğini yapmıştır!!!! R.T. ERDOĞAN, ABD ve kapitalizme karşı vermiş olduğu sözün gereğini “bihakkın” yerine getirmiştir!!!! Cumhuriyetin ve demokrasinin tüm kazanımları yok edilmiş ya da tahrip edilmiştir.

 Esasen, AKP iç ve dış dinamikleri olan bir siyasi projedir.

 3 Kasım 2002 öncesinde de bu gerçeği gösteren bulgular mevcuttu. AKP Yönetimleri, yani R.T. ERDOĞAN; başta İstanbul, Ankara, Konya, Kayseri Büyükşehir Belediyelerindeki uygulama ve deneyimlerinden de yararlanarak, bidayetten itibaren “Devleti kendi ideolojisine/ zihniyetine” göre ele geçirmeyi amaçlamıştır. Hiçbir zaman “cumhuriyeti, demokrasiyi, yurttaş hukukunu, insan haklarını” esas alan bir yönetim arayışı içinde olmamıştır. Cumhuriyeti ve demokrasiyi tahrip etmeyi amaçlayan rövanşist bir anlayışın temsilcisi olmuştur. Bu değerlendirmeleri, soyut ve kendinden menkul bir anlayışla yapmadığımı, somut ve kronolojik süreçlere bağlı olarak yaptığımı hemen ifade ediyor ve vurguluyorum.

Öyle ki; AKP, seçmen tarafından Kendisine tevdi edilen “milli iradeyi ve emaneti”; anayasal sıfatı, sorumluluğu ve yetkisi bulunmayan FETÖ denilen “illegal bir yapıya” devretmekten bile kaçınmamıştır. Anayasal egemenlik yetkisini devretmiştir. Demokrasilerde böyle bir keyfilik, böyle bir sorumsuzluk ve böylesine layüsel bir davranış söz konusu olamaz ve kabul edilemez. Bu keyfilik ve sorumsuzluk tevil edilemez boyutlardadır. Demokrasilerde bu tür ihlallerin “idari, adli ve anayasal yaptırımları” kaçınılmazdır.

AKP yönetimlerinde; ( İBB dönemi dahil) 29- 30 yıllık kronolojik değerlendirme göz önüne alındığında; Makyavel ve Göbels yöntemlerinin maharetle (!) uygulandığı görülmektedir. AKP; yukarıda da ifade edildiği gibi, Devleti, Kendi mantalitesine göre ele geçirmek amacıyla, iç ve dış dinamikleri olduğu bilinen ve keza ABD güdümünde olduğu aşikar olan illegal bir örgütle, işbirliği ve dayanışma içine girmekten kaçınmamıştır. FETÖ’ nün, 15 Temmuz 2016′ da gerçekleştirdiği hain darbe girişiminden sonra, R.T. ERDOĞAN, “. Rabbim de Milletim de Beni

affetsin. ” diyerek, bir anlamda itirafta bulunmuştur.

 

AKP, siyasi ve askeri casusluk örgütü olduğu bilinen

FETÖ ile işbirliği yapmaktan kaçınmamıştır.

 

Ancak unutulmamalıdır; demokrasilerde, anayasa ve yasalardan doğan yasal sorumluluklar şifahi söylemlerle ve dualarla bertaraf edilemez. Demokrasilerde görev ve yetki suistimali yapıldığı takdirde; idari, adli ve anayasal süreçler er veya geç devreye girer.

***

R.T. ERDOĞAN; Makyavel yöntemlerini ve Göbels propagandasını, 25- 26 yıldan bu yana “maharetle” uygulamaktadır.

1997 yılında “Yeni Türkiye Dergisinin” 14. Sayısında “Kapalı Toplum – Açık Toplum Ekseninde Siyasal Yozlaşma” başlıklı makalesini hatırladığımız zaman, 21 – 22 yıllık AKP İktidarının “Kime / Kimlere” hizmet ettiği açık olarak görülmektedir. Bu makalenin; “……

Demokrasi, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, temiz ve şeffaf toplum, hesap veren devlet, temel hak ve özgürlükler…….gibi, hukuk devleti anlamında vazgeçilmez değerleri esas alan bir makale niteliğinde olduğu görülmektedir.

Bu makalede; …….. Siyasal yozlaşmanın ve siyasal gücün, kişisel çıkar elde etmek amacıyla kullanılmasının kabul edilemeyeceği, meselenin ‘kapalı veya açık toplum’ meselesi olduğu

……. Kapalı toplumlarda; her şeyin üstünün örtüldüğü, sorunların görmezden gelindiği, bu toplumlarda otoriterliğin kaçınılmaz olduğu, kişisel zaafların giderek toplumsal zaaflara dönüştüğü…… Her türlü yozlaşmanın temelinde kapalı toplum olmanın, gizliliğin yattığı, bu toplumlarda en tepede oturanın karşısında herkesin kul olduğu; hatta mevkii ve makam sahiplerinin kendi keselerini doldurarak, yakınlarına kaynak aktarmak gibi davranışlarının adeta bir doğa yasası gibi süreklilik kazandığı. dile getirilmiştir.

 

AKP İktidarlarının bugünkü halini tasvir eden “Kapalı Toplum” tanımlaması, bugün Türkiye’ de bizzat ERDOĞAN tarafından gerçekleştirilmiştir… Müthiş bir öngörü!!!! R.T. ERDOĞAN, toplumun kapalı hale gelmesine yol açan tüm otoriter ve bağımlı mekanizmaları yaratmayı başarmıştır!!!!

 

Hemen ve önemle ifade ediyorum; katılımcı, hesap veren ve hesap soran yönetim anlayışı, bağımsız medya, çoğulcu sivil toplum yapılanması, bağımsız ve tarafsız yargı gibi demokrasinin temel ve vazgeçilmez unsurları göz önüne alındığında; demokrasi, özgürlük, barış ve adalete sahip çıkan herkesin imza atacağı bir makaleden söz ediyorum. Sorun şudur; sözü edilen konu başlıkları ve yönetim anlayışında, siyaseten tutarlı ve dürüst olma sorunudur.

 

Yeri gelmişken ifade ediyorum; R.T. ERDOĞAN bu makaleyi 1997′ de yazmıştır. Ya da yazılan bu makaleyi imzalamıştır. Yine R.T. ERDOĞAN, 6 Aralık 1997′ de Siirt Meydanında yaptığı konuşmada ise ……. Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker…..sloganlarını içeren konuşmayı da yapmıştır. Bilindiği gibi; bu konuşmasından dolayı, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan mahkum olmuştur. Bu mahkumiyet kararının,

R.T. ERDOĞAN’ ın siyaset yolunu açtığı bilinmektedir. Makale ile bu mitingdeki söylemler arasındaki “muazzam ya da yaman çelişki”, başlı başına anlamı olan ve siyasi- sosyolojik analiz gerektiren içeriktedir.

 

Esasen, salt bu 2 olgu bile; R.T. ERDOĞAN’ ın demokrasiyi hiçbir zaman içselleştirmediğini, demokrasiyi araç olarak gördüğünü, ideolojik amaçlarına ulaşmak için tüm değer yargılarını, “kutsal ve ortak” değerlerimizi “makyavelist” yöntemlerle kullanmaktan, istismar etmekten kaçınmayacağını göstermesi bakımından çarpıcı ve dramatik bir örnektir. Kabul etmek gerekir ki, bu makyavelist yöntemler, Göbels propaganda yöntemleriyle birleştiğinde, kaçınılmaz olarak toplumu etkileyen ve ayrıştıran sonuçlara yol açmıştır.

 

Bu yöntemler bugün de acımasızca ve kararlılıkla uygulanmaktadır.

 

Sistemin zaafiyetlerini istismar eden, kamu yetkisini mütemadi bir şekilde kötüye kullanan bu siyaset anlayışı; nepotizm, liyakat dışı yapılanma ve dar bir zümrenin çıkarlarını korumak uğruna ;Türkiye’ nin bütünlüğünü tehdit eden sonuçlara ve ayrıştırmalara yol açmıştır.

***

AKP’ nin, 2010′ lu yıllardan bu yana

demokratik meşruiyetiyoktur.

Hiçbir tereddüde yol açmadan ifade ediyoruz; AKP, 3 Kasım 2002′ de yapılan seçimlerde demokratik yollarla seçimi kazanmıştır. %34 oy almasına rağmen, TBMM’ de %66′ ya isabet edecek şekilde 366 milletvekilliğini elde etmiştir. Temsilde doğmuş olan bu adaletsizliğin sorumluluğunun AKP’ ye ait olmadığı açıktır. Seçim sisteminin, önceki iktidarların ve askeri darbelerin yol açtığı yönetim zaafiyetleri, AKP’ yi iktidara taşımıştır. Ancak, seçmenin “%46′ sının” temsil edilmediği bir Meclis yapısının “demokratik meşruiyet” anlamında başlı başına bir sorun yarattığı da açıktır. Bir kez daha ifade ediyoruz; sistemin, önceki iktidarların ve askeri darbelerin yarattığı zaafiyetler, AKP’ nin 2002 seçimlerindeki başarısını gölgelemez.

Vazgeçilemez olgu şudur; demokrasinin asgari ve temel kurallarının uygulandığı her rejimde, mutlaka göz önüne alınması gereken kurallar ve işlevini koruması gereken kurumlar vardır. Demokrasilerde seçimi kazanmak, her şeyi yapmak yetkisini kazanmak anlamına gelmez. Hiçbir siyasi iktidar, demokrasinin omurgasını ve anayasal kurumlarını ortadan kaldırmaz/ kaldıramaz.

— Birkaç örnekle, bu açıklamalarımızı daha da somutlaştırmak istiyorum.

 Demokrasilerde, kamu yönetiminde “liyakat, ehliyet ve uzmanlık” mutlaka korunur. Yargıya, talimat, tavsiye ve telkinde bulunulamaz. Hele hele, yargıda kadrolaşma söz konusu olmaz. Cumhuriyetin kazanımları, başta laiklik olmak üzere yok edilemez ve içi boşaltılamaz.

İktidar nüfuzunun kötüye kullanılması suretiyle, linç ve infaz sonucunu yaratacak korku ve provokasyonlara yol açılamaz.

Anayasal kurumlar ve Bakanlıklar bertaraf edilerek, Başbakanlığın 2012/15 Sayılı Genelgesi üzerinden “madenler, meralar, ormanların” talan edilmesinin yolu açılamaz.

Hiçbir anayasal ve demokratik rejimde, FETÖ ve benzeri illegal yapılara “ne istediniz de vermedik?” denilerek, anayasal egemenlik yetkisi devredilemez.

 Ortada bir kamu yararı ya da zorunluluğu bulunmadığı halde, “ticari sır” ya da “devlet sırrı” kavramının ardına sığınarak, Halkın “doğru bilgilendirilme” hakkı ortadan kaldırılamaz. Bu yolla, kamu kaynaklarının talan edilmesinin yolu açılamaz.

Demokrasilerde, “haksız oy” teminine yol açacak şekilde “kanunsuz emir ve talimatlar” yoluyla, “seçim suçları” işlenemez. Nüfuz suistimali yoluyla seçim suçu işletilen kamu görevlileri ve AKP’ li yöneticiler hakkında “özel af düzenlemesi” getirilemez.

“Cargill” ve devamında şeker fabrikalarının özelleştirilmesi yoluyla ve Cargill benzeri sermaye gruplarına özel imtiyazlar tanınmak suretiyle; Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının tarımsal üretim kaynakları yok edilemez.

“Telekom özelleştirmesi” yoluyla; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “iletişimi, istihbaratı ve güvenliği”, yabancı istihbarat birimlerinin takip ve provokasyonuna açık hale getirilemez. Telekom’ un “içinin boşaltılmasına”yol açılamaz.

“ÖSYM” üzerinden gerçekleştirilen “sınav sahtekarlıkları” himaye edilmez, teşvik edilmez. Milyonlarca gencin ve ailelerinin binbir emekleri, siyasi çıkarlar uğruna heba edilmez/ edilemez. “TÜİK” üzerinden, memur ve işçinin emeği gasp edilemez.

***

 AKP Yönetimlerinde nepotizm ve çıkar ilişkilerine dayalı,

merkezi, şekli ve OBEZbir Devlet yapılanması doğmuştur.

R.T. ERDOĞAN, 22 yılın sonunda ÖZEL TİMİ’ nikurmuştur.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve Başbakanlık dönemlerinde üstü örtülen ödenekler“; Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı döneminde ise, …. Kamu ihale mevzuatı, varlık fonları, yap- işlet- devret formülleri, TMSF ve özelleştirmeler, parti devleti ve parti- cemaat memuru yapılanmaları…. Şahıs Devleti…..üzerinden ….. Bugün artık devasa, kontrol edilemez, denetimi yapılamaz boyutlara ulaşan, “hizmet ve teknik verimliliği” olmayan; “OBEZ ve YÖNETİLEMEYEN BİR DEVLET” yapısı doğmuştur. Devlet içinde etkili olan muhtelif “güç odakları” doğmuştur. Bu güç odaklarından “legal” olanlar olduğu gibi, “illegal” olanlar da vardır.

Devletin tüm denetim mekanizmaları işlevini kaybetmiştir. Denetim yapmakla görevli, yetkili ve sorumlu olan anayasal kurumlar; siyasi iktidarın izin ve icazet verdiği ölçüde görev yapmaktadır. 2 yıl içinde kamu personel reformunu hayata geçireceğini vaad eden AKP, 21- 22 yılın sonunda mevzuatımızı talan etmiştir. Kamu yönetiminde, artık, gerçek anlamda “kamu görevlisi” işlevini gören çok az insan kalmıştır. Ağırlıklı olarak AKP ya da MHP’ nin memuru, falan cemaatin memuru olarak bilinen ve kendilerinin bu kimliğini açıklamaktan çekinmeyen bir yapılanma doğmuştur.

Yavuz DONAT’ ın 11 Temmuz 2003 tarihli Sabah Gazetesindeki makalesinde dile getirdiği gibi, 20- 21 yılın sonunda R.T. ERDOĞAN, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yönetiminde egemen bir şekilde “ÖZEL TİMİ’ ni” kurmuştur.

***

Türkiye’ nin, 2009- 2010 yıllarından bu yana “müesses bir düzeni” bile kalmamıştır. 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu ve sonrasında yapılan tüm seçimler şaibelidir“.

12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu, 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi, 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu (mühürsüz zarf ve oylar faciası), 2018 ve 2023 seçimleri dahil olmak üzere; Türkiye’ de seçimler, 298 Sayılı Yasanın ilgili maddelerinde ifade edildiği gibi haksız oy temini” suretiyle gerçekleştirilmiştir. Her bir seçime dair suç teşkil eden “maddi ve yasal bulguları” ayrıca paylaşabiliriz. Türkiye’ de “serbest ve adil seçim” şartları kalmamıştır.

Bir örnek üzerinden bu süreci somutlaştırıyorum; 

  • 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu öncesinde dönemin Adalet Bakanı Sadullah ERGİN, Elbistan’ da yaptığı konuşmada referandumun önemine dikkat çekmiş, “referandumun 10 Genel Seçime eşdeğer” olduğunu ifade etmiş; GÜLEN ise aynı tarihlerde “….

İmkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım. ”

demiştir. Olaylar ve süreç değerlendirildiğinde, bu söylemlerin AKP Yönetimleri ile bir bölüm kamu görevlilerinin işbirlikleri sonucunda “kanunsuz emir ve talimata” dönüştüğü görülmektedir.

  • 298 Sayılı Yasanın ilgili maddelerinde seçim suçları ve cezaları” düzenlenmiştir. Aynı yasanın 180/ 1. maddesine göre, seçim suçlarından doğan kamu davalarında, seçimin bittiği tarihten itibaren 2 yıl ile sınırlı olan soruşturma süresi, 6353 Sayılı Torba Kanun görüşmeleri esnasında 6 aya düşürülmüş, buna göre yasalaşmıştır. Bir başka ifadeyle; 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumunda ve 12 Haziran 2011 Genel seçimlerinde seçim suçu işleyenlerle ilgili soruşturma ve yargılama dosyalarına “fiilen örtülü af” getirilmiştir.
  • Bu durumu tahkik eden önergelerimizi savsaklamak isteyen Adalet Bakanı, ısrarlı takiplerimiz üzerine ve en nihayet 10.2014 tarih- 43997 Sayılı önerge cevabında; seçim suçlarından dolayı 2586 soruşturma dosyasının bulunduğunu kabul etmiştir. Her dosyada 5- 6 şüphelinin/ sanığın bulunduğu varsayıldığında, “onbinler seviyesinde” bir şüpheli/ sanık ordusuyla karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Haklarında soruşturma ve kovuşturma yapılanların mutlak çoğunluğunun AKP üyesi, yöneticisi ve diğerlerinin de kamu görevlisi olduğu bariz olduğu içindir ki; bu konudaki müteakip takibimiz sonuçlanamamıştır.
  • AKP’ nin; partililer ve kamu görevlilerine suç işlettiği, devamında ise Merak

etmeyin…. Ceza almayacaksınız, bunun çözümünü buluruz….” anlayışıyla, telkiniyle, tavsiyesiyle bu kişileri “himaye ettiği” bir süreçten söz ediyorum. AKP’ de, kritik aşamalarda kriminal bir yönetim anlayışının” etkili olduğunu gösteren karakteristikten söz ediyorum. Bu kriminal anlayış; Devlet yekisi ve nüfuzunun belli bir merkezden kötüye kullanılması suretiyle ve hiyerarşik olarak tezahür etmektedir.

“Kanunsuz emir ve talimatları”, Devlet yönetiminde “mutad” hale getiren bir iktidar, Türkiye’ yi yönetmektedir.

***

Demokratik meşruiyetisorgulanır hale gelen,

kriminal yöntemlerisıklıkla uygulayan bir Kadro’ ya karşı,

edilgen bürokrat- siyasetanlayışıyla mücadele edilemez.

Siyaset; ön alarak, sorumluluk ve risk üstlenilerek yapılır. Bilgi sahibi olma, hafıza ve fikri takip gerektirir. Ve en önemlisi de; sahici olmayı ve muhataplarında güven yaratmayı gerektirir. CHP ve CHP’ li için, ayrıca sol ideolojiye, cumhuriyetin kazanımlarına, yurttaş hukukuna hakim olmayı gerektirir.

Bilgi kirliliğine, kuşatılmışlığa ve iktidar eliyle yaratılan karambollere, gündem saptırmalarına rağmen; yurttaşlarımızın sahici siyaset” yapan ile hamaset, polemik ve konjonktürel dengeler” üzerinden yapılan ilkesiz ve güven vermeyen siyaset arasında ayrım yaptığını görüyorum ve biliyorum.

Sn. Genel Başkan;

Edilgen siyaset anlayışı ve uygulamalarınızı aşamadınız. Genel Merkez’de oligarşik bir yapı” kurulmasına yol açtınız. Hemen vurgulamak gereğini duyuyorum; Siz, Genel Başkan olarak yönetim zaafiyeti gösterdiğiniz içindir ki, Genel Merkez bünyesinde klik ve grupların doğması kaçınılmaz olmuştur. Bunun sonucunda da, Genel Merkez bünyesinde en az 5’li 6’lı bir oligarşik yapı” doğmuştur.

Bu oligarşik yapı, il ve ilçe örgütlerini de kuşatmış ve Kendine tabi hale getirmiştir. Siz, bu yapılara hiçbir zaman hakim olamadınız. Bu yapıdaki klikler, kendi aralarında olaya ve konjonktüre göre “egemenlik paylaşımı ya da dayanışması” içine girdiler. Bu kişilere, bir başka ifadeyle “siyasetin esnafları da” denebilir. 5 Haziran’ da, yani 28 Mayıs seçimlerinden bir hafta sonra Genel Merkez’ de yüz yüze yaptığımız, 40- 45 dk. süren 2’li görüşmede, bu kişiler hakkında daha da ağır ifadeler kullanmıştım.

Siyasetin esnafları bu yöntemlerle, Kendilerine “kontenjan” yaratmışlardır. Bunun en son örneği, 2018 seçimleri ve 14 Mayıs 2023 seçimlerinde Konya’ da yaşanmıştır. Kendi iç dengeleri içinde; Abdüllatif ŞENER’ i Bolu, Düzce, Sivas (bu örgütlerin kararlı duruşu ve engellemeleri nedeniyle) için ikna edemeyen 1 nolu fail ve türevleri”, adı geçeni Konya için ikna etmeyi başarmışlardır. Konya İl Örgütünün de, ikna edilmeye hazır bir şekilde “teyakkuzda” beklediği sürecin gelişiminden anlaşılmıştır!!! Konya İl Örgütü de, Kendince ileriye yönelik olarak küçük hesaplar içine girmiştir. Bu suretle, Konya’ daki muhtemel milletvekilleri adayları da bertaraf edilmiştir!!! Bir başka ifadeyle; Genel Merkez’ deki oligarşik yapıyla, Konya İl Örgütü bünyesinde oluşturulan “il düzeyindeki oligarşik yapının”, kişisel ve siyasi çıkarları “uyumlu hale” gelmiştir/ getirilmiştir. Dramatik olgu şudur; bu tür liyakat ve nitelik dışı yapılanmaların, toplumsal amaca ve kamu yararına hizmet etmesi, sonuçlar yaratması mümkün değildir.

Nitekim, Abdüllatif ŞENER’ in, 28 Mayıs’ tan sonra kamuoyuna Kendince yaptığı açıklama ve savunmalar, oligarşik yapının yarattığı vahim sonuçları somut olarak göstermiştir. Ancak, bu dramatik tercih ve sonuçlarından bile, Siz’ in ve Genel Merkez’ in, özeleştiri anlayışı içinde değerlendirme yapmadıklarını, duyarsızlıklarını sürdürmeye devam ettiklerini hayretle ve ibretle izliyorum. Bu dönemde; Sizin, arkadaşlarınızın ve Konya İl Örgütünün; Abdüllatif ŞENER’lerden, “demokrat bir kimlik” yaratma gayretlerini ise hüzünle izledim.

— Oligarşik ve hiyerarşik yapı ilişkileri içinde milletvekili adayı yapılan bu kişilerin içinde, “eğitimli olanlar da” olabilir. Ancak, bu grup ve kişiler, siyasetten geçinmeyi ve siyaset üzerinden statü sağlamayı, her zaman temel amaç olarak hedeflemişlerdir.

Siz ise; bu tabloyu seyrettiniz, bu tabloya müdahale etmediniz.

“Danışmanlar” üzerinden “becayiş” yoluyla, milletvekili listelerinin düzenlenmesine seyirci kaldınız.

Ağustos 2002de söylediğimi, yeri geldikçe ve bugün de söylüyorum. “…. İyi ki CHP varmış….“. Ancak ve maalesef; CHP, çoğu zaman kötü yönetildiği ve edilgen siyaset anlayışıyla yönetildiği içindir ki; AKP, aradan geçen 21- 22 yılın sonunda aşama aşama parti devleti, devletin partileşmesi, şahsın hegemonyası üzerinden, anayasal kurumlarımız işlevini yapamaz hale geldi/ getirildi.

***

Sizin yol açtığınız tarihi kırılmaların bir bölümünü, aşağıda kronolojik olarak özetliyorum. Buna göre;

  1. Başbakanlığın 2012/15 Sayılı Genelgesi;

Madenlerin, meraların, ormanların her türlü devir, tahsis ve intifaının Başbakanlığın iznine tabi hale getirildiğini düzenleyen genelge. Hukukta yeri olmayan bir genelge. Ben, gecikmeden ve Konya Milletvekili sıfatıyla Danıştay’ da dava açtım. Ancak, Benim açmamdan ziyade Partinin dava açması önemliydi. Size 2- 3 kez hatırlattım. “Neden dava açılmıyor?” dedim. Bana verdiğiniz cevap hep aynı içerikte oldu: …Hukuk işlerimiz buna gerek görmüyor….

O Hukuk İşlerinin, 16 Nisan 2017′ de yol açtığı “tarihi skandala da” yeri gelmişken hatırlatmak gereğini duyuyorum.

Ve Siz, bu görüşü esas aldınız. Danıştay’ a başvurmadınız.

Kabul ve izah edilemez bir tablo… Ne demek, hukuk işlerimiz buna gerek görmüyor? Öncelikle neden gerek görülmediğinin açıklanması gerekir. Mevcut anayasa hükümlerine, yasalarımıza, bakanlıkların kuruluş yasalarına rağmen; böyle bir genelgenin düzenlenmesinin maddi ve yasal bir dayanağı olamaz. Bu genelge ile; yukarıda sözü edilen anayasa ve yasaların amir hükümlerine rağmen, 5′ li çete ve benzeri yapılar üzerinden madenlerin, meraların, ormanların talan edilmesinin yolu açılmıştır.

Konya Milletvekili olarak Danıştay’ da açtığım dava, milletvekilliği görevimin 7 Haziran 2015′ te sona ermesinden dolayı , taraf ve daha ehliyetinin kalmaması nedeniyle olumsuz sonuçlanmıştır. Siz, “1 nolu fail ve türevlerini”, bu süreçten sonra da görevde tutmaya devam ettiniz.

  1. Ülkemizde, 15 Ağustos 2014 tarihinden bu yana,

anayasal darbelermütemadi bir hal almıştır.

10 Ağustos 014 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçiminin ardından “Seçildiği Gün Rejim Krizi Yaratan Bir Cumhurbaşkanı” başlığıyla, değerlendirme ve eleştirmelerimi kamuoyuyla paylaşmıştım. 13, 15, 25 Ağustos tarihli basın toplantılarında ise, doğması kaçınılmaz olan “Rejim Krizi ve Anayasal Darbe” olgularını anlattım. Başta Cumhurbaşkanlığı Makamı olmak üzere, TBMM Başkanlığı, Başbakanlık, Yargıtay C. Başsavcılığı, Yüksek Seçim Kurulu ve Anayasa Mahkemesinin görev, sorumluluk ve yetkilerini somut olarak hatırlatıyorum.

Adı geçen anayasal kurumları tarihi görev ve sorumluluklarını yapmaya” davet ettim. Re’sen ve anayasal sorumlulukları nedeniyle görev yapmaları gereken bu Kurumlara; yazılı olarak başvurularda bulundum.

28 Ağustos tarihinde yapılacağı bilinen yemin töreni öncesinde; sorumlu ve yapıcı muhalefet anlayışıyla, anayasal ve toplumsal düzeyde kaosun doğmaması ve gerginliklerin yaşanmaması için, uyarı ve önerilerimi ısrarla gündeme getirmeye devam ettim. Buna göre;

YSK’ nın; kesin seçim sonuçlarını açıkladığı ve yayımlanmak üzere Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğüne gönderdiği 15 Ağustos 2014 tarihi itibariyle; Seçilmiş Cumhurbaşkanı konumuna gelen R.T. ERDOĞAN’ nın; artık Başbakanlığının sona erdiğini; Anayasanın 101/son – 102/2,3 – 103 ve 6271 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Seçimi Kanununun 14/2, 20/1 ve 24. maddeleri uyarınca düştüğünü dile getirdim.

Zira; R.T. ERDOĞAN artık milletvekili değildi ve AKP üyeliği de sona

ermişti.

TBMM Başkanlığı ve Yargıtay C. Başsavcılığının; milletvekilliliği düşürülmesi ve üyeliğin sona erdirilmesi için, zorunlu olarak yapmaları gereken görevleri dile getirdim.

Keza; AKP Tüzüğünün 78 ve Siyasi Partiler Yasasının 15/son maddeleri uyarınca; en geç 10 gün içinde Merkez Yönetim Karar Organında, AKP Genel Başkan Vekilinin seçilmesi zorunluluğu, seçilecek Genel Başkan Vekilinin AKP’ yi 45 gün içinde Genel Kongreye götürmesi ve bu süreci yönetmesi zorunluluğu dile getirildi.

AKP Yönetimine bu görev ve sorumlulukları ihtar edilirken; 11. Cumhurbaşkanının da, R.T. ERDOĞAN’ dan boşalan Bakanlar Kurulunu yönetmek üzere, bir Başbakan Yardımcısının vekaleten görevlendirilmesini gerçekleştirme sorumluluğunun bulunduğunu; hem basın toplantısıyla ve hem de zimmetli yazılı uyarıyla dile getirdim.

Anlatımı yapılan gerekçelerle;

Yargıtay C. Başsavcılığına 12 ve 14 Ağustos 2014 tarihli dilekçelerle, Cumhurbaşkanlığı Makamına 15 Ağustos 2014 tarihlidilekçeyle, YüksekSeçim Kuruluna 21 Ağustos 2014 tarihli dilekçeyle,

Ankara C. Başsavcılığına 19 Ağustos 2014 tarihli suç duyurusuyla, Tarafımdan başvurular yapılmıştır.

Anayasa Mahkemesine ise; hem Şahıs olarak ve hem de CHP Tüzel Kimliği ile ayrıca başvurular yapılmıştır. CHP Tüzel Kimliği, Şahsen yaptığım diğer başvurulara ise sessiz kalmış, etkin ve kararlı başvuru yapmaktan kaçınmıştır. Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun ise, zorunlu ve şekli olarak yapılmak zorunda kalınan bir başvuru olduğunu biliyorum ve gözlemliyorum.

AKP, kayıt dışı yolculuğunu,

artık, anayasal düzeyde sürdürmeye başlamıştır.

Özet ifadeyle; Türkiye Cumhuriyetinin Anayasal Kurumları bu dönemde; Seçilmiş Cumhurbaşkanı eliyle görevlerini yapamaz hale gelmişlerdir. Salt bu olgu bile; gerçek anlamda “bir anayasal darbe” halidir. Bir kez daha ifade ediyorum; Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru dışında, CHP Tüzel Kimliği görevini yapmamıştır. Anayasal darbelere seyirci kalmıştır. Siz; Genel Başkan olarak sürecin vahametini ve Devlet yönetiminde yarattığı/ yaratacağı kaosu yine öngöremediniz.

  1. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasındaki gelişmeler ve

Mayıs 2016′ da Dokunulmazlıkların Kaldırılması süreci;

7 Haziran seçimleri sonrasında AKP ile Koalisyon kurulması konusunda 45- 46 gün süren “istikşafi” görüşmeler yapılmıştır. Bir başka “edilgen tablo”…..

AKP ile Koalisyon arayışına girmek/ girebilmek.   Aslında tümüyle demokrasi ve

hukuk mücadelesinden vazgeçmek anlamına geliyor. Bu dönemde kimi arkadaşlarımızın birbirlerine olan hitaplarında “Sayın Bakanım” denildiği göz önüne alındığında; yönetim kademelerindeki “ideoloji, hukuk ve demokrasi” zaafiyeti tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.

“Sayın Bakan” söylemlerini ya da “Bakan tevzii” söylemlerini, 14 Mayıs seçimleri arefesinde de sıklıkla duyduğumuzu, bu söylemlerin Tarafınızdan bizzat dile getirildiğini, kamuoyu ve CHP kitlesi daha dün gibi hatırlıyor. Ve elbette, bir taraftan üzülüyor, bir taraftan da böylesine bir öngörüsüzlük içine girilmiş olmasını kabullenemiyor….

Toplumsal ve tarihi süreci, siyasi gelişmeleri okuyamamanın, öngörememenin tezahür etmiş bir hali… CHP’ nin bu zaafiyeti nedeniyle 7 Haziran ile 1 Kasım sürecinde yaşanan ve vahim boyutlara ulaşan terör saldırılarını da, ayrı bir konu başlığıyla değerlendirmek gerekir.

— Mayıs 2016′ da dokunulmazlıların kaldırılması süreci….

Sizi, telefonla aradım… Yarım saat boyunca, AKP’ nin yaptığı bu girişimin demokrasiye karşı “bir siyasi operasyon” olduğunu, buna fırsat verilmemesi gerektiğini ayrıntılı ve somut olarak ifade ettim. HDP’ den sonra sıranın CHP Milletvekillerinde olduğunu anlattım. AKP’ nin bu girişimine karşı, sert bir şekilde tavır ve tepki konulmasının gerekliliğini ifade ettim. Siz, yine her zamanki gibi “dinlemekle” yetindiniz.

Bu dönemde, Antalya’ da bir araya gelen ve çoğunluğu 24. Döneme mensup CHP Milletvekilleri olarak kamuoyuna 39- 40 imzayla açıklamada bulunduk. Bu metni, Binnaz Hocam ile birlikte hazırladık ve arkadaşlarımızın imzasına açtık. Dokunulmazlıkların kaldırılmasının yaratması kaçınılmaz olan vahim sonuçları dile getirdik. Siz, bildiğinizi yapmaya devam ettiniz. Bunun vahim sonuçları kısa süre içinde ortaya çıktı. Antalya toplantısında, bugün de Partinin yönetiminde görev yapan milletvekili arkadaşlarımız vardı. Bu arkadaşlarımız “Hükümet Komiseri” yaklaşımıyla bu açıklamayı engellemeye çalışmışlar ise de, bunu başaramamışlardır. Bildiri kamuoyuyla paylaşılmıştır.

  1. 15 Temmuz hain darbe girişimi ve sonrası….

Sizin ve Parti Grubunun, darbe girişimi gecesinde TBMM’ yi açık tutmak için “öncü olmanız” takdire şayandır. AKP, kritik tüm olaylarda olduğu gibi, bu süreçte de riyakar ve ikiyüzlü davranmış, Makyavel yöntemlerinin ardına sığınmıştır. Bu bağlamda; hain darbe girişimini, siyasi iktidar tarafından öngörülen, ancak önlemleri alınmayan ve sonuçlarından yararlanılan” bir süreç olarak nitelendirmeniz de; siyaseten de demokratik değerler bakımından da yerinde bir tavırdı. Bu süreçle bağlantılı olarak 20 Temmuz’ da OHAL ilan edilmesini, 20 Temmuz darbesi” olarak nitelendirmeniz de yerinde ve doğru bir tavırdı.

Anlatımı yapılan bu tablo, bu tespit, elbette Devlet içinde AKP eliyle ve işbirliğiyle gerçekleştirilen FETÖ gerçeğini ortadan kaldırmaz/ kaldırmamalıdır. FETÖ ve benzerleriyle gerçekleştirilen işbirliği, AKP yönetimlerinin bariz ve vazgeçilmez karakteristiğidir. Hatırlayınız; 15 Temmuz darbe girişiminden birkaç gün sonra, AKP’ nin Sözcüsü konumunda olan Yalçın AKDOĞAN, …. Merak etmeyin, diğer tarikatlar müsterih olsun. demiştir/ diyebilmiştir.

Temel sorun şudur; AKP’ nin bariz olan bu karakteristiğine rağmen, “Yenikapı Ruhu” olarak adlandırılan kurguya neden iştirak ettiniz? “Menzil” ve benzeri yapılarla iç içe olduğu bariz olan AKP ile, demokratik anlamda bir işbirliği ve uzlaşmanın mümkün olamayacağını, nasıl olur da görmezden gelirsiniz? Zira, aradan geçen 20 yılda bunun pek çok çarpıcı ve dramatik örnekleri yaşanmıştır.

“Yenikapı Ruhu” olarak kurgulanan bu tabloda rol almak ya da görüntü vermenin anlam ve sonucu şudur; Siyasi öngörüden uzak olan, aynı zamanda tutarsız olan ve kaçınılmaz olarak da “güven bunalımına” yol açan bir başka tablo…

***

  1. Ve nihayet, 16 Nisan 2017 …

Anayasal egemenlik yetkisine ve Rejime indirilen nihai darbe

Ve, Siz görevinizi yapmadınız.

— Bu konuyu, CHP kayıtlarına ve tarihe not düşmek için, tüm aşamalarıyla anlatmak gereğini duyuyorum. Buna göre;

  • 12 Eylül 2010 anayasa değişikliğiyle birlikte demokraside “ters dalga” dönemi başlamıştır. AKP İktidarlarında; bu tarihe gelinceye kadar, Temmuz 2003′ ten başlayarak “idari işlem ve yasal düzenlemeler” yoluyla mevzuatın tahrip ve talan edildiği bir dönem başlamıştır. “Parti ve cemaat memuru” yapılanması yoluyla kamu yönetiminde liyakat yok edilmiş, anayasal kurumların ve Devletin giderek “hafızası ve arşivi” yok edilmiştir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, 15 Ağustos 2014 tarihinde başlayan ve giderek “anayasal darbe” boyutlarına ulaşan ihlaller, zaman içinde “mütemadi” ve giderek “kronik” bir hal almıştır.

16 Nisan 2017 Referandumu ise; kuvvetler ayrılığı sistemini fiilen ortadan kaldıran “suistimalci anayasa değişikliğinin” bariz bir örneği olarak şekillenmiştir. Daha da vahimi; sandığa, kullanılan oya Devlet ve YSK eliyle müdahale edilmiş, “seçim sandığında” darbe yapılmıştır.

Demokrasilerde daha öte bir darbe tasavvur edilemez. AKP bunu da yapmıştır.

“Ustaca, maharetle ve sinsice” yapılan bu anayasa değişikliği ile; HSK’ ya bütünüyle hakim olunmuş, 2002′ den bu yana AKP İktidarlarında görev yapan Bakan ve Başbakanların “cezai sorumluluklarını” ortadan kaldıracak nitelikte değişiklikler yapılmış ve nihayet “anayasal anlamda” ucube özellikleri içeren “Partili Cumhurbaşkanı” uygulaması, “fiili durum” yaratılarak uygulamaya sokulmuştur.

  • 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan ve iktidar çevrelerinin “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırdıkları anayasa değişikliğinin yapılan halk oylamasında “%51,41 EVET, %48,59 HAYIR” oyu çıktığı

Görüldüğü gibi, aradaki fark %2 seviyesindedir. Ancak; oylama günü saat 13:30, 14:00′ dan itibaren muhtelif illerimizde “mühürsüz zarf ve oy pusulasının” kullanıldığına dair bilgiler CHP ve YSK’ ya intikal etmiş; YSK, AKP temsilcisinin başvurusuyla saat 16:10 civarında “mühürsüz zarf ve oyların da ” geçerli sayılacağı yönünde işlem tesis etmiş, bu işlemi YSK’ nın ilgili birimlerine ulaştırmıştır. Bu yolla geçerli hale gelen oy sayısının “2,5 milyon” seviyesinde olduğu bilinmektedir.

Daha da vahim olan ise; CHP Seçim ve Hukuk İşleri Başkanlığından, CHP Örgütlerine gönderilen talimatta, aynen “….. Bazı sandık kurullarının seçmene oy pusulası ve zarflarını sandık kurulu mührüyle mühürlemeden verdikleri yolundaki yoğun şikayetler üzerine, bugün toplanan Yüksek Seçim Kurulu mührü taşımayan oy pusulası ve zarfların dışarıdan getirilerek kullanıldığı kanıtlanmadıkça geçerli sayılmasına karar vermiştir….. Sayım döküm işleminin buna göre yapılması gerekmektedir…. Kamuoyuna, il ve ilçe seçim kurullarımıza, sandık kurullarına ve siyasi partilere duyurulur. ” denilmiştir. Yani, “itiraz etmeyeceksiniz” denilmiştir.

Umarım, bu kayıtların yok edilmesi için

bazı aklıevveller girişimde bulunmamışlardır.

Yukarıda sözü edilen talimatın, Seçim ve Hukuk İşleri Başkanı Bülent TEZCAN imzasıyla yayınlandığı ve duyurulduğu, AİHM’ e yaptığım başvurudan sonra ortaya çıkan bulgularla açıklık kazanmış ve kamuoyuna mal olmuştur. “1 nolu failin”, Bülent TEZCAN olduğu bellidir. Ancak, açık ve tartışmasız olan bir diğer husus şudur; siyaseten de, anayasal olarak da, yurttaş olarak da, adli olarak da tarihi sorumluluk ve vebal Sizindir.

“1 nolu fail ve türevleri” (bunların kimler olduğu çok açık) kimleri, hangi mekanizmaları temsil ediyor? Böyle bir temsile neden göz yumuluyor ya da izin veriliyor?

Yol açılan tahribatlara rağmen bu kişiler görevde tutulmuşlar ise, sorun daha da derinlerde demektir….

  • YSK’ nın; AKP’li üyesinin talebi üzerine toplanıp, yetki gaspı yaparak ve yasama organı yerine geçerek idari işlem tesis etmek suretiyle referandumun sıhhatini yok etmesi, sakatlaması ve iğfal etmesi sebebiyledir ki; adalete erişimi engelleyen ve anayasal kurumların işlevini yok eden ve sonuç itibariyle de “yok hükmünde” olan bu işleme karşı, idari yargı yoluna başvurulması gerektiğini, bunun için Tarafıma vekaletname verilmesini talep 20 Nisan

tarihinde saat 19:00 civarında yapılan bu görüşmeye Bülent TEZCAN da iştirak etti. Her ikiniz de her nedense tedirgindiniz. Neden tedirgin olduğunuz, yukarıdaki anlatımlarımdan sonra ortaya çıkmıştır. 1 saati bulan görüşmeden sonra, CHP adına idari yargı yoluna başvurulması için, Sizleri ikna ettim.

20 Nisan 2017 tarihinde Tarafınızdan verilen talimat üzerine, CHP Tüzel Kimliği adına Tarafıma 21 Nisan tarihinde genel dava vekaletnamesi verilmiştir.

Tarafımdan, CHP Tüzel Kimliği adına ve avukat sıfatıyla, Danıştay 10. Dairesi nezdinde “iptal davası” açılmıştır.

“İç hukuk yollarından” sonuç alınamayacağı belliydi.

Ancak, AİHM’ e başvurabilmek için, iç hukuk yollarının işletilmesi gerekliydi. Olağan şartlarda 10- 12 ay sürmesi gereken iç hukuk yolu, Tarafımdan yapılan “bilinçli ve disiplinli” takip yollarıyla “45 gün içinde” sonuçlandırılmıştır. “Adalete erişimin engellenmesi ” ve “iç hukuk yollarının işlevini kaybetmesi” odaklı olarak yaratılan hak ihlalleri nedeniyle, AİHM’ e başvurmak için tüm yasal şartlar doğmuş olduğundan; Tarafıma verilen görev, yetki ve sorumluluk sebebiyle, 17 Haziran 2017 tarihi itibariyle 45 sayfaya ulaşan dilekçe metni ve 250 sayfaya ulaşan eklerini “bir klasör halinde” hazırladım.

Siz, adalet yürüyüşüne” başlamıştınız. Adalet yürüyüşünün 3. günüydü. Kızılcahamam’ da verilen molada akşam saatlerinde Size klasörü doğrudan ulaştırdım. Karavanda dinleniyordunuz. 1 saat boyunca gelinen aşamayı anlattım. Dava dilekçesini postayla göndermek yerine, zamanı değerlendirebilmek amacıyla Strazburg’ a bizzat gitmek istediğimi, bu nedenle uçak biletleri için talimat verilmesini, konaklama ya da benzeri herhangi bir talebimin olmadığını ifade ettim. Siz de, “Tamam Atilla Bey, hayırlı olsun.” dediniz.

  • Uçak biletim, CHP Genel Merkezi tarafından alındı.

Ancak, ertesi gün önce Sn. Haluk KOÇ, yarım saat sonra Sn. Tekin BİNGÖL telefonla arayarak, “….. Atilla Bey, Genel Başkan, AİHM’ e , Parti adına gitmesin…. İstiyorsa Kendi adına gitsin…. dediğini ifade ettiler. “….. Ne diyorsunuz? Davayı CHP adına açtım, AİHM’ e de CHP adına gitmem şart.dedim. Bir saat sonra bu kez Bülent TEZCAN aradı. ….. Atilla Bey, nereden çıktı bu AİHM başvurusu?dedi. …. Ne demek nereden çıktı? Birlikte karar vermedik mi? Ne oldu da şimdi vazgeçiyorsunuz? Bana gerekçe bildirmek zorundasınız….dedim. “. Evet o

zaman öyleydi, bugün yönetim olarak böyle düşünüyoruz.  dedi.

Çok ağır ifadelerle telefonu yüzüne kapattım.

Sizi hemen aradım. Genellikle telefonlarıma uygun olduğunuzda kısa süre içinde dönüş yapardınız. Gün boyunca dönüş yapmadınız.

Olay anlaşılmıştı. CHP adına dava açıldığı takdirde, Bülent TEZCAN ve ekibinin ehliyetsizlikleri ya da işbirlikleri” ortaya çıkacaktı. Yukarıda sözü edilen genelge üzerinden sorgulanacaklardı. Hesabını siyaseten de yasal olarak da veremeyeceklerdi. Elbette, Siz’ in de, “birinci derecede” sorumluluğunuz söz konusuydu. Siz, bu gerçeklerin üstünü örtme gayretindeydiniz.

Yaşadığım travmayı anlatmama gerek yok.

Pazartesi günü Strazburg’a gittim. Davayı “Atilla KART” adına açtım.

1 ay sonra, bu kez “en üst düzeyde” randevu alarak Strazburg’ a bir kez daha gittim ve görüşmeler yaptım. Görüşmeye gitmeden önce dava dilekçesinin özetini, 10 sayfa olarak hem ingilizce ve hem de fransızca metinleriyle Muhataplarıma ulaştırdım. 10. sayfaya kadar “mükemmel mükemmel, bu dava böyle açılır.” diyen muhatabım, 10. sayfaya geldiğinde “. Ya

Atilla Bey, benimle dalga mı geçiyorsunuz, Türkiye’ de CHP adına dava açmışsınız, buraya Atilla KART olarak gelip davayı açıyorsunuz. ” dedi.

Muhatabıma Yurttaş olarak benim de bireysel başvuru yapma hakkım vardır.dediysem de, bu gerekçemin tutarlı olmadığını ben de biliyordum. Çünkü, taraf ve dava ehliyeti konusunda yasal sorun doğmuştu. Çaresizliğimi ve sürece karşı tepkimi tasavvur edemezsiniz.

Daha öte bir değerlendirme yapmama gerek var mı?

  • Bugün de aynı kanıdayım.

Abartmadan ve tevazu göstermeden ifade ediyorum; AİHM sürecinde bu başvuru CHP adına devam etseydi, davadan sonuç alınması kuvvetli ihtimaldi. Türkiye Cumhuriyeti’ nin Parlamenter Sisteminin kazanımları ve birikimlerinin büyük ölçüde devamı sağlanacaktı. Ancak, bu yargı süreci Sizin Tarafınızdan engellenmiştir.

Böylece; fiilen büyük ölçüde inşa edilmiş olan “Şahsa Özgü Devlet” olgusuna, ayrıca anayasal dayanak yaratılmıştır. Rejim, artık fiilen de anayasal olarak da değişmiştir.

Yukarıda anlatımını yaptığım gelişmeler Yalçın DOĞAN tarafından “T24′ te” 5 Temmuz 2017 tarihli makalesinde ve müteakip yazılarında dile getirilmiştir. Sn. DOĞAN, gazeteci sorumluluğuyla ve gerçeğe uygun unsurlarıyla süreci dile getirmiştir. Dramatik ve kabul edilemez olgu şudur; bir kez daha “edilgen siyaset” anlayışınızı gösterdiniz. Bu öngörüsüzlüğün ve dirayetsizliğin sonuçları Türkiye için çok ağır olmuştur. Bir soru daha; bu sürecin “1 nolu faili ve türevlerini”, neden daha sonra da etkin görevlerde tutmaya devam ettiniz? Bu soru kaçınılmaz olarak “daha ağır” soruları beraberinde getirmektedir.

Tarihin ve konjonktürün Size sağladığı tarihi sorumluluğun gereğini yapmadınız ya da yapamadınız. Veyahut Size yaptırmadılar… Hangi ihtimal olursa olsun, sorumluluk esas itibariyle Sizindir.

***

  1. 15 Haziran 2017′ de “Hak, Hukuk, Adalet” yürüyüşünü başlattınız. Ne güzel… Takdir edilecek bir ..

Ancak, 16 Nisan 2017′ de, CHP’ den YSK’ ya yürüyemediniz

15 Haziran 2017’de eyleme geçirdiğiniz adalet yürüyüşü; aslında Mayıs 2016′ da dokunulmazlıkların kaldırılması ve 16 Nisan 2017′ de demokratik tepki konusunda gösterdiğiniz zaafiyetin yarattığı “toplumsal hayal kırıklığını” telafi etmek ya da üstünü örtmek için yapılan bir eylemdi. Onun için geçiniz” diyorum.

Size yönelik tepkileri dindirmek, gündemi değiştirmek ya da geçiştirmek istediniz. Amacınıza da ulaştınız. Bir kez daha vurgulamak istiyorum; adalet yürüyüşünü başlatmak doğruydu ve takdir edilecek bir eylemdi. Ancak, bunu yaparken; 2,5 milyon mühürsüz zarf ve oya müdahale edemiyorsak, YSK’ ya kadar yürümüyorsak, YSK’ ya “anayasa ihlali ve demokrasi darbesi yaptığını” haykıramıyorsak, dokunulmazlıkların kaldırılmasının “siyasi operasyon olduğunu” öngöremiyorsak; bu takdirde, adalet yürüyüşünün de yeterince topluma güven vermediğini/ veremeyeceğini kast ettiğimi vurguluyorum.

Halkımız, işte böylesine kritik dönemlerde yarattığınız kırılma ve tutarsızlıklar nedeniyle, Size güven duymakta zorlanıyor. SADAT’ ın önüne geç de olsa yürüdünüz. Bir yurttaş ve CHP’ li olarak heyecanlandım ve takdir ettim. Yapılması gereken demokratik eylem ve tepki, bu ve benzerleriydi.

“….Efendim 16   Nisan’   da   sokağa   çıksaydık   provokasyon yapacaklardı. “.

Doğrudur, siyasi iktidarın yarattığı iklim buna yol açabilirdi. Ancak, sorun şu; Siz, 16 Nisan’ da saat 13:- 14:00′ dan itibaren Genel Merkeze “mühürsüz oylar” konusunda gelen şikayetlere duyarsız kaldınız. Seçim ve Hukuk İşlerinin cevap vermediği biliniyor. En azından şunu yapabilirdiniz; Kendi başınıza ya da yanınıza 2-3 milletvekili alıp, YSK’ nın önüne sandalyenizi atabilirdiniz, oturma eylemi başlatabilirdiniz. Bu suretle, toplumsal duyarlılığı harekete geçirebilirdiniz. Dünyayı, YSK’ nın başına yıkabilirdiniz. AKP’ ye karşı kararlılığınızı gösterebilirdiniz. İnanıyorum ki, demokrasi adına önemli kazanımlar sağlanırdı.

Siyasi öngörü, refleks ve sorumluluk bunu gerektirir. Siz’de eksik olan tam da bu…

Siz, bu refleksi, tepkiyi ve kararlılığı göstermediğiniz içindir ki, ertesi gün R.T.

ERDOĞAN, ….. Atı alan Üsküdar’ ı geçti….diyebilmiştir. Siz ve yönetiminiz, etkili ve kararlı bir tepki gösterseydi, inanıyorum ki, bu sürecin akıbeti değişirdi.

Bu süreçlerdeki bir diğer temel yanılgı şuydu; …. Varsın 16 Nisan Referandumu R.T. ERDOĞAN lehine geçsin… Nasıl olsa 2018′ de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimini %58- 60 ile kazanacağız. Referandum sonucu ortaya çıkacak yetkiler ile, anayasal düzeni toparlayacağız…. diyen ve yönetimde etkili olan truva atları” vardı.

Bu “truva atları”; 14 Mayıs seçimlerinde de, parti yönetim kadrolarında, örgütlerinde bilinçli olarak benzeri toplumsal beklentiyi yarattılar. En hafif deyimiyle, ayakları

yere basmayan bir siyaset anlayışı yönetime egemen olmuştu. Oysa, siyasetin temeli; “edilgen müdahalelere ve baskılara” prim vermeden, kararlı bir şekilde CHP’ nin amaçları ve ideolojisi doğrultusunda hem hukuk yoluyla ve hem de alanlarda demokrasi yoluyla mücadele vermekten geçer. Siz ise; bu süreçlere hakim olamadınız, bunları öngöremediniz ve süreci yönetemediniz. Siyasi refleks gösteremediniz, ön alamadınız.

  1. Üzülerek ifade ediyorum; Sizin, Genel Başkanlığınızda Mayıs 2010 ila 2019 dönemi,

hem Türkiye ve hem de CHP için kayıp yıllardır. 2019 ve sonrasını, ayrıca değerlendirmek gerekiyor.

  • Yukarıda “kronolojik” olarak ve bir bütünlük içinde açıkladığım konulardaki kırılmalar ya da edilgen politikalar, takdir olunur ki, demokrasi ve cumhuriyetin kazanımlarının çok büyük ölçüde yok edilmesine veya tahribatına yol açmıştır. CHP; demokrasi ve cumhuriyetin kazanımlarının, AKP eliyle yok edildiği ve tahrip edildiği bu dönemde, üstüne düşen görevi yapmamıştır.

1994- 2002 döneminde İBB’ de görev yapan 50- 60 kişiden ibaret olan üst düzey kadro, aradan geçen 21- 22 yılın sonunda Türkiye’ yi yönetir hale gelmiştir. 22. Yasama Döneminde, yani 2002- 2007 yılları arasında her hafta “çarşamba” günleri, TBMM Genel Kurulu’nda “zimmet, rüşvet, kalpazanlık, ihaleye fesat karıştırmak” suçlamalarından dolayı, AKP Milletvekilleri hakkındaki dosyalar CHP adına, ağırlıklı olarak Tarafımdan dile getirildiğini hatırlayacaksınız. Bu kadronun, kamu yönetiminde “Devlet nüfuz ve yetkisini” bilinçli olarak kötüye kullanan yöntemleri uyguladığını ve bu yolla “olağanüstü kaynak aktarımını” yasa dışı yollarla yaptığını anlatmıştım.

AKP eliyle gerçekleştirilen suistimallerin, hem merkezi ve hem de yerel yönetimler bağlamında, artık kriminal yöntemlerle” gerçekleştirildiği bir dönem Türkiye’ de yaşanmaktadır. Bakınız; takdiri zaafiyet ya da siyasi öngörüsüzlükten söz etmiyorum. Kamu yönetimlerinde bu olabilir. Bu bahis ayrıca tartışılabilir. Daha farklı ve vahim bir tablodan söz ediyorum. Gerek kritik konularda ( dış politika ve komşuluk ilişkileri dahil olmak üzere), gerek ekonomik hacmi yüz milyon dolarlar- milyar dolarlar boyutlarına ulaşan işler ve olaylarda; dar bir zümrenin kişisel ve siyasi çıkarları üzerinden kararların verildiği ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüzel kişiliğinin araç olarak kullanıldığı yol ve yöntemlerden söz ediyorum. “Suç ve örgüt” ilişkilerinden söz ediyorum.

Bu bağlamda, AKP’ nin Ankara, İstanbul, Bursa, Balıkesir, Adapazarı Büyükşehir Belediye Başkanlarının görevden alınma sürecini hatırlatıyorum. AKP Yönetimi; bu belediye başkanlarını “istifaya” zorladı, görevlerinden ayrılmalarını istedi. Çünkü, üstünü örtmeleri gereken “kirli ilişkiler ağı” vardı.

AKP; ….. Ben Devlet’ im….. Benim belediye başkanlarım yolsuzluk da yapabilir, hukuksuzluk da yapabilir. Bunlar ancak benim kontrol ettiğim ve izin verdiğim takdirde olur……………………………………………………………………………………………………………………………… Sen,

Kendi başına ve benim bilgim olmadan “paylaşım” yapamazsın. Sen, “racona aykırı davrandın………………………………………………………………………………………………………………………………… “

dedi. Nitekim; AKP’ li Belediye Başkanları da “rencide ve teşhir edilmeyi” göze aldılar ve ağızlarını açamadılar. Çünkü, Kendileri ve kadroları da, bu kirli ilişkiler ağının içindeydi.

Devlet’ in çöküşünden söz ediyorum. Devlet’ e çökülmesinden söz ediyorum.

Bu Belediyelerin yolsuzlukları varsa (ki, olduğu aşikar…. Belediye arsalarını parsel parsel, kupon kupon satanlardan söz ediyoruz.) mutlaka C. Savcılığının devreye girmesi için ortalık ayağa kaldırılmalıydı….. Bu bile yapılmadı. AKP’ nin Kendi yolsuzluklarının üstünü örtmesine gerekli tepki gösterilmedi. Başlı başına ve sürekli olarak gündemde tutulması gereken, idari ve yasal yoldan kararlı suç duyurularına konu yapılması gereken suç ilişkilerinden söz ediyorum. Bu görev ve sorumlulukların gereği yapılmamıştır.

Edilgen siyasetin bir başka tezahürü…

  • HDP’ nin kazandığı Belediye Başkanlıklarına

“Kayyım” görevlendirmesi yapılması…

Tam bir demokrasi ve hukuk cinayeti… Bu başkanların terör örgütüne üyelik, propaganda, yardım- yataklık boyutlarında ilişkileri olduğu takdirde elbette yasal gereği yapılmalıdır. Ancak, bunun için “adli soruşturma” sürecinin başlaması ve sözü edilen unsurların varlığını gösteren “kuvvetli suç şüphesinin” usule uygun hazırlanmış bilirkişi raporlarıyla tevsiki zorunludur.

31 Mart 2019′ da seçilen Belediye Başkanlarından, ertesi gün görevden alınanlar oldu. Görevden alınan başkanların yerine, Belediye Meclislerinden seçim yoluyla işlem yapılması gerekirken, yasanın bu amir düzenlemesinin gereği yapılmamıştır. Yerlerine Vali veya Kaymakamlardan, “kayyım” görevlendirmesi yapılmıştır. Tam anlamıyla demokrasinin özü ve esası olan “millet iradesini” gasp eden bir süreç yaşanmıştır.

CHP ise; …. Aman, HDP’ ye destek görüntüsü vermeyelim…. tavrını ısrarla sürdürmüştür. Tıpkı dokunulmazlıkların kaldırılmasında olduğu gibi….. Oysa; yapılması gereken

belliydi. “Demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere” kararlı bir şekilde sahip çıkmak……………………………………………………………………………………………………………………….. Herkesin

hukukuna sahip çıkmak…. Ancak, bu takdirde inandırıcı olabilir ve güven verebilirdiniz.

Demokrasi ayaklar altına alınırken, yine görevinizi hakkıyla yapmadınız.

Düşünebiliyor musunuz? Önceki İçişleri Bakanı, bu durumla ilgili olarak “…..

Cumhurbaşkanımız, HDP’ li belediyeler canımı sıkıyor…diyordu. Devamında ise, “…. Ben de hemen gereğini yaptım…diye övünerek bu durumu anlatıyordu. Böylesine antidemokratik ve ayrımcı bir anlayışa karşı bile, CHP olarak zamanında ve etkili bir tepki gösteremedik.   “…

Amasız, fakatsız, lakin….” demeden ve en sert şekilde demokratik tepki gösterilmeliydi. Bu yapılmadığı içindir ki, günümüzde İstanbul ve Ankara üzerinden CHP’ li Belediyeler, iktidarın keyfi ve antidemokratik uygulamalarıyla kuşatılmış durumdadır.

***

  1. Türkiye’ de laikliğin içiboşaltılmıştır.

Daha da ötesi, tarikatsiyasetticaretüçgeni içinde Karşı Devrimsüreci yaşanmaktadır.

  • Diyanet İşleri Başkanlığı, artık, kamu yönetiminde “kurumlar üstü” bir konuma getirilmiştir. Olağanüstü bir bütçeye ve sosyal olanaklara sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığının kadroları ve havuzu üzerinden “yatay geçiş” ya da “fiili- geçici görevlendirmeler” adı altında; özellikle Adalet, Sağlık ve İçişleri Bakanlığı bünyesinde görevlendirmeler yapılmaktadır. Hukuk Fakültelerinin temel bölümlerinde bile “İlahiyatçı Doçent” kadrolaşmasının yolu açılmıştır.

AKP’ nin, toplumun sosyo-ekonomik anlamda “kronik” hale gelen sorunlarını çözmek gibi bir amacı hiçbir zaman olmamıştır. AKP, yoksulluğun sömürüsü üzerinden Türkiye’yi yönetmektedir. Yoksulluğu bile çıkar ilişkileri ve yapılanması için araç olarak kullanmaktadır. Siyaset mücadelesini “kültür ve değerler çatışması” üzerinden sürdürmekte ve “kutuplaşmadan, ayrıştırmadan” beslenmektedir.

CHP; AKP’ nin yarattığı bu kulvarda ve yöntemler üzerinden yarışmak yerine; laikliğin vazgeçilmezliğini esas alarak, cumhuriyetin kazanımlarına “özenle ve kararlılıkla” sahip çıkarak, halkçılık ve devletçilik ilkelerine sahip çıkarak ve “sol değerler üzerinden” programını halka anlatmak durumundadır. Türkiye’ nin demokratikleşmesinin önündeki engel ve barikatları halka anlatarak, bu engel ve barikatları aşmanın yol ve yöntemlerinin yaratmalıdır. Bu bağlamda, “eşit yurttaşlığın” anlam ve önemini içini doldurarak anlatmak zorundadır. “Kul hakkı” kavramına kilitlenmeden ve hapsolmadan; insan haklarını, insan haysiyetini, insan onurunu esas alan “yurttaş hukukunun” vazgeçilmezliği üzerinden programını halka anlatmalıdır. CHP’ nin programında bunlar vardır.

— Tam da böyle bir dönemde, Diyanet Akademisi yasa teklifi aşamasındaki gelişmeleri konuşmanın yeridir; …. CHP; haklı olarak ve yerinde bir tepkiyle, Milli Eğitim Komisyonu görüşmelerinde, bu teklifin ….. Kamu personel yapılanması içinde, Diyanet İşleri personeline, Anayasaya aykırı bir şekilde “hiyerarşik üstünlük” yarattığını, dini anlayış ve değerlerimize aykırı olarak “bir ruhban ve imtiyazlı dar bir zümre- sınıf” yaratıldığını, 15- 16 sayfalık muhalefet gerekçesinde dile getirmiştir. Hal böyle iken; Komisyon’da bunları dile getiren CHP, Genel Kurul görüşmelerinde ise, kabul ve izah edilemez bir şekilde , AKP’ nin getirdiği bu teklife, eksiksiz bir şekilde “Evet” oyu vermiştir.

CHP’ nin tarihi misyonuna çok ağır ve onarılamaz bir darbe vurulmuştur.

Unutulmamalıdır; laikliğin içi boşaltıldığında, demokrasiden geriye hiçbir şey kalmaz. Laiklik olmadığı takdirde eşitliği, adaleti, yurttaş hukukunu inşa edemezsiniz.

Hal böyle iken; CHP yönetimlerinin yine işin kolayına kaçarak, laikliğin önem, anlam ve vazgeçilmezliğini anlatmak yerine; “…. Aman, bize dinsiz demesinler, ‘CHP zaten dine karşıdır’ propagandasına fırsat vermeyelim…..anlayışı içine girdikleri gözlemlenmektedir. Tıpkı, dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda olduğu gibi…

Ne münasebet!!! CHP olarak, Biz, teröre şiddetle karşı olduğumuzu, laikliğin dinsizlik anlamına gelmediğini/ gelemeyeceğini; aksine, laikliğin herkesin din ve inanç özgürlüğünü serbest bir şekilde yaşamasının, inanç konusunda kimsenin muhataplarına baskı yapmasının/ yapamamasının güvencesi olduğunu anlatmayı başaramıyorsak; burada yanlış olan laiklik değildir.

Yanlışlık ve eksiklik, bizim Kendi ideolojimizi, sorumluluklarımızı “içselleştirememizden” kaynaklanmaktadır. Bu ideolojiye ve bilince sahip olan yönetim kadrolarının dışlanmasından kaynaklanmaktadır.

Böyle bir dönemde, 16 Nisan’ ın “1 nolu failinin”, 16 Nisan öncesi propaganda çalışmalarında …. Aman ha, sakın laiklikten falan söz etmeyin. diye, tembih ve uyarılarda bulunuyordu!!!!!

Vahim ve dramatik olan şudur; bu tabloyu ve gerçeği bugün de göremiyorsunuz…

***

  • AKP ne yapıyor?

AKP, “tam gaz” bildiğini yapmaya,

ideolojisini inşa etmeye devam ediyor…

Bu süreçte Prof. Dr. Ömer DİNÇER‘ in “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” başlıklı makalesini irdelemenin tam da yeridir. Bilindiği gibi; Ömer DİNÇER; 2003- 2007 yıllarında Başbakanlık Müsteşarı, 2009- 2011 yıllarında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, 2011- 2013 yıllarında ise Milli Eğitim Bakanı olarak görev yapmıştır. Bir başka ifadeyle; Prof. Dr. Ömer DİNÇER; AKP kadrolarının özenle koruduğu, sahip çıktığı, değer verdiği “ideologudur”. El hak, adı geçen de, bu misyonunun gereğini yapmıştır!!!!!!

Milli Güvenlik Kurulu’nun; 25 Ağustos 2004 tarih- 481 Sayılı Kararına göre;

….. ‘Türkiye’ deki Nurculuk Faaliyetleri ve Fethullah GÜLEN’ konusunun 24 Haziran 2004 tarihli toplantıda gündeme geldiği, buna göre bu yapının ‘yurt içi ve yurt dışı faaliyetlerine karşı bir eylem planı hazırlanmasının uygun görüldüğüne.  ‘ dair karar almıştır.

Anayasal bir Kurumun kararından söz ediyoruz. Bu karara; dönemin Başbakanı R.T. ERDOĞAN, Dışişleri Bakanı Abdullah GÜL ve diğerleri de iştirak etmiştir. Bir başka ifadeyle, “oy birliğiyle ” alınan MGK kararından söz ediyorum. Bu kararın uygulanması için, bir “eylem planı da” hazırlanmış, Başbakan ve ilgili Bakanlara, görev ve sorumlulukları bildirilmiştir.

Hal böyle olmasına rağmen; bu kararların gereği yapılmamıştır. Öyle ki; Müsteşar Ömer DİNÇER, “Türkiye’ de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor?” başlıklı kitabında, yine “mağduru” oynamaya devam ederek, şu itirafta bulunmuştur: Ömer Dinçer;   ….

Konuyu Başbakanımıza açtım. Gelen yazıyı dosyasına kaldırmaya karar verdik. Bu karar metni, Bakanlar Kurulunda imzaya açılmadı.     MGK toplantısın katılan Bakanlar dışında kimsenin haberi

olmadı….. Bütün toplumsal ve siyasal risk Hükümet adına Sayın Başbakanımız, hukuki riski ise Ben üstlenmiştim. demiştir.

Görüldüğü gibi; AKP kadroları, ideolojik amaçlarına ulaşabilmek için kararlı bir şekilde yollarına devam etmektedir. 15 Temmuz darbesine nerelerden gelindiğini anlatıyorum.

Nihai amaca ulaşmak için, her türlü yol ve yönteme başvurmaktan kaçınmayan bir “kadrodan” söz ediyorum.

***

  • Ömer DİNÇER’ in, daha doğrusu T. ERDOĞAN’ ın bu

“ideolojik amacının” ne olduğunu somut olarak açmak gerekiyor.

Sn. Ömer DİNÇER bu makalesinde ne diyor?

…. Siyasi öncelikli İslami hareketler, aslında Devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek, toplumda değişiklik sağlamaya yönelik hareketler olarak ifade edilebilir. Fethullah

Hoca ve Nurculuk hareketini, Süleymancılık ile gönüllü vakıf ve tarikatların hareketlerini bu gruba dahil edebiliriz…..

…..Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerinden özellikle devletçilik ilkesinin, artık günümüzdeki bu değişme ve gelişmeler karşısında zayıfladığını ve hatta etkisinin kaybolduğunu görüyoruz…… Yine, başlangıçta kurulurken ortaya atılan cumhuriyet ilkesinin de zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz…. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen cumhuriyet kavramının, aslında bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür….

….. Dolayısıyla globalleşmenin olduğu her yerde mahalli kültürlerin gelişmeye başladığını görüyoruz. Bizim ülkemiz söz konusu olduğunda ise, mahalli kültür İslam’ dır. Globalleşme ne kadar artarsa İslamlaşma da o kadar artacaktır….

….. Rekabetin uluslararasılaşmasıyla ilgili bir başka husus da milliyetçilik ilkesinin zayıflaması ve anlamını kaybeden bir ilke haline gelmesidir…..

….. Yine, bunu aslında ilkeler açısından göz önüne aldığımız takdirde, Türkiye’ de Cumhuriyet ilkesinin yerinin katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin, İslam’la bütünleşmesi gerekli olduğu kanaatini taşıyorum….

Sonuç olarak ….. Türkiye’ deki İslami hareketlerin bizim açımızdan toplumsal bir değişimi sağlayabilmesi için, 3 temel şartın bulunduğunu söylemek mümkündür. Ancak, iktidara

gelmek yolun sonu değildir…. Yeni bir başlangıçtır…………… denilmektedir.

Görüldüğü ve hemen yukarıda ifade edildiği gibi;

AKP; halkçılık, devletçilik, milliyetçilik (milliyetçilik kavramını, yurtseverlik ve yurttaş hukuku bağlamında değerlendirdiğimi vurgulamak gereğini duyuyorum) ve cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan bir zihniyeti temsil etmektedir.

AKP; 21- 22 yılın sonunda halkçılığı, laikliği, cumhuriyetin kazanımlarını, yurtseverliği büyük ölçüde yok etmeyi ya da etkisiz kılmayı, maalesef büyük ölçüde başarmıştır.

  • Yeri gelmişken, bir diğer olguya temas etmek gereğini

İyi niyet ya da edilgen davranış değerlendirmesini yapmadan ifade ediyorum;

“helalleşme” kavramını da, “kul hakkı” kavramı gibi slogan haline getirdiniz. Baştan sona yanlış…

Zira, bu kavramın anlamı farklı olup, daha çok kişiler arasındaki ilişkilerle sınırlıdır. Kamu yönetimleri açısından esas olan ise yüzleşme ve hesaplaşma kavramlarıdır. Hesaplaşmanın, hesap veren ve hesap soran boyut ve konumları vardır. Kamu yöneticileri; idari, adli ve yasama zeminlerinde sorgulanırlar, hesap verirler. Halk ise, hesap sorar. Demokrasilerin anlamı ve özü budur. Elbette, hesap vermenin de hesap sormanın da ayrıca demokratik, şeffaf, denetlenebilir yol ve yöntemleri vardır. Yüzleşme ise; yine Halk kesimlerinin, kendi vicdanlarında yaptıkları değerlendirmedir. Bu değerlendirmeleri tarihçiler ve bilim insanları da yapar

Siz, bütün bu kavramları birbirine yedirerek, kavram kargaşası yaratarak, bu süreci anlatma gayreti içine girdiniz. Öyle ki; bu kavram üzerinden CHP’ nin tarihinin, cumhuriyetin kazanımlarının “külliyen” tartışılmasına ve hatta bu kazanımların “reddine” yol açacak algılar yarattınız. Hiçbir şekilde kabul edilemez.

Yeri gelmişken vurgulamak gereğini duyuyorum; yukarıda sözü edilen makaleyi yazan Ömer DİNÇER ve aynı düşüncelerde olduğu bilinen ve daha çok “KARAR Grubu” bünyesinde oldukları bilinen bir bölüm insanın, bu makale ya da benzeri görüşler hakkında bugün nerede durduklarını, bir yurttaş olarak öğrenmek istiyorum. Cumhuriyetin kazanımlarına karşı bugüne kadar “hasmane, ideolojik, rövanşist ve hatta karalayıcı” tavır içinde oldukları bilinen bu gruba mensup kişilerin; “helalleşme, yüzleşme, özür dileme, özeleştiri” anlamına gelebilecek kayda değer bir beyanlarına maalesef muttali olamadık.

Salt bu olgu bile; bu süreci yönetmek konusundaki “edilgen” tavrınızı ve yapınızı göstermesi bakımından önemli ve kayda değerdir.

  • Yurttaşlarımızın “dindarlığına”, kim, ne diyebilir? Herkes, inancını serbestçe yaşar ve ifade eder. “Laiklik”, tam da bunun güvencesidir.

Esasen, Anayasanın 24 ve müt. maddelerinde de; din ve vicdan özgürlüğü, düşünce ve kanaat hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü başlıklarıyla, bu haklar güvence altına alınmıştır.

Sorun şudur; insanların inançlarının “siyaset, tarikat, ticaret” ilişkileri içinde istismar edilmesi sorunudur. Osmanlı Döneminde mevcut olan bu ilişkiler ağı, Cumhuriyet devrimlerine direnmenin de merkezini oluşturmuştur. Devlet nüfuzu ve yetkisinin kötüye kullanılması ve “dar bir zümreye” hasredilmesi suretiyle, bu ilişkiler ağından beslenen “asalak bir sınıf” yaratılmıştır. Bu, “asalak sınıf” üzerinden ayrıştırılmıştır, kutuplaştırılmıştır.

Kendi kişisel ve siyasi çıkarları uğruna, ….. Halkı; din, mezhep ve inançlar üzerinden ayrıştırmayı esas alan….. bir düzen kurma girişimleri, Cumhuriyet tarihi boyunca devam etmiştir. Maalesef, demokrasinin tüm kurum ve kurallarını inşa edemediğimiz içindir ki, yoksulluğu ve sınıf sömürüsünü engelleyemediğimiz içindir ki, Karşı Devrim Hareketi giderek egemen olmaya başlamıştır. Bu nedenledir ki; Anayasalarımızda bu istismarı önlemeye yönelik düzenlemeler hep varlığını korumuştur. 1982 Anayasasının 24/ son maddesinde de benzeri düzenleme mevcuttur.

Laikliğin içini “fiili ve yasal anlamda” boşaltan AKP’ nin hedefinde, artık Anayasa 24/ son maddenin değiştirilmesi, içinin boşaltılması öncelikli gündem haline gelmiştir.

Günümüzde, Anayasa 24/ son maddesi AKP eliyle fiilen askıya alınmış durumdadır. Bu bağlamda, yukarıda da ifade edildiği gibi, diğer anayasa ihlalleri bir tarafa, salt Anayasa 24/ son üzerinden yapılan anayasa ihlalleri “mütemadi ve kronik” bir hal almıştır. AKP yönetimleri, herhangi bir iktidar değişikliğinde, Anayasa 24/ son maddesinin ihlalinden dolayı yargılanacaklarını, bunun kaçınılmaz olduğunu müdriktir.

AKP, bir taraftan da; iktidar gücü ve sarhoşluğuyla, bugüne kadar başta Ankara, İstanbul Büyükşehir Belediyeleri ve Merkezi Hükumet eliyle; iktidar desteği ve ilişkileri içinde bulunan vakıflara, derneklere olağanüstü kaynak aktarımı yapmışlardır. Halen de yapmaktadırlar. Bunu yaparken, bu vakıf ve dernekler için “kamu yararı” kavramı üzerinden yine olağanüstü imtiyazlar yaratmışlardır. İdari ve adli denetim mekanizmalarının, Parti Devleti ve Şahsın Devleti olgusu sebebiyle işlevini yitirdiği bu dönemde, bu imtiyazlar bugün daha da belirgin bir hal almıştır.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi; bu anlamda büyük kaynaklara sahip olduğu ve bu kaynakların AKP yanlısı vakıf ve derneklere yasaya aykırı olarak yaptığı kaynak aktarımları engellendiği içindir ki; Cumhurbaşkanı R.T ERDOĞAN, bu kaynağı yeniden ele geçirmeyi öncelikli bir hedef haline getirmiştir.

Cumhuriyetin kazanımları, toplumsal barış ve demokrasimiz

AKP’nin hedefindedir. AKP buradan beslenmektedir. AKP’nin bu temel karakteristiğini, Halkımıza anlatmayı başaramadık. Bunun sorumlusu CHP yönetimidir.

—    Bu     olguyu,    özeleştiri    ve    özgüvenle    sorgulamadık.    Halen                               de sorgulamıyoruz…..

***

  1. Özet Değerlendirme;
    • Öncelikle temel bir tespitimi ifade ..

Türkiye’ de siyaset kurumsallaşmamıştır. Siyasetin görgüsü, kültürü ve gelenekleri oluşmamıştır. 1980 Darbesiyle, mevcut olan kültürel, siyasi, ideolojik birikim ve kadrolar büyük ölçüde tasfiye edilmiş, etkisiz hale getirilmiştir. Bu nedenle; Genel Başkan’ ın kapasitesi, vizyonu, ufku neyse; o siyasi partinin yönetim kadroları ve kademelerinin de buna göre şekillenmesi kaçınılmazdır.

Siz; örgütsel olarak da, ideolojik olarak da Partiye hakim olamadınız. Örgüt kadrolarına hakim olamadığınız içindir ki, 12- 13 yıl içinde birçok kez MYK kadrolarını değiştirdiniz. Aralarında 3- 4 kişiyi sabit tuttunuz. Sabit tutmaya devam ettikleriniz de var… Onlar da; Genel Başkan Yardımcılığı sıfatının getirdiği saygınlığı ve prestiji; Kendi kişisel ve siyasi ikballeri için acımasızca kullandılar… Kullanmakla kalmadılar, istismar ettiler…. Aynı anlayışla görev yapmaya devam ediyorlar…

Örgüt sorumluluğunu, halen MYK üyesi olmayan, ancak daha önceki dönemlerde sürekli görev ve sorumluluk alan Danışmanınız üzerinden yönetmek istiyorsunuz….. Salt bu tablo bile, başlı başına bir yönetilemezlik halidir.

Bu bağlamda; Biri’lerinin “gölge siyasetiyle”, Partinin yönetiminde etkili olmasını engelleyemiyorsunuz. Yüz yüze görüşme olanağı olduğunda, bu konudaki tespit ve gözlemlerimi elbette doğrudan ifade etmek isterim.

14 Mayıs 2023 seçimlerinde, oligarşik yapı içinde bulunan milletvekillerinin, Danışmanlarının da listelerin belirlenmesinde etkili olduğu ortaya çıktı. Danışmanların, “becayiş” yaparcasına etkili oldukları biliniyor.

Sn. Genel Başkan; diğer illeri ayrıca değerlendirmek kaydıyla ifade ediyorum. Ankara, İstanbul, İzmir listelerine bile hakim olamadığınız ortaya çıktı. Sadece Ankara 1. Bölge – 1. sıraya değineceğim. Gamze TAŞCIER, başarılı bir milletvekili olabilir. Çalışmaları hakkında kayda değer bir bilgi sahibi değilim. Bu konuyu tartışmıyorum.

Ancak, Ankara 1. Bölge- 1. sıra “sembol” bir yerdir. Cumhuriyeti, demokrasiyi, Partinin tarihi kimliğini temsil eden birinin, bir bilim insanının, uluslararası saygınlığı olan bir tarihçinin, edebiyatçının temsil etmesi gereken bir yerdir. Bu özeni ve sorumluluğu bile göstermediniz. Gamze TAŞCIER’ i, 3, 4, 5. sıralara pekala koyabilirdiniz. Aslında O’ na da taşıyamayacağı bir yük, bir sorumluluk vererek haksızlık yaptınız. Ancak, sorun şu; Kendinize ait münhasır yetki ve sorumluluğunuzu, oligarşik yapıya bıraktığınız içindir ki, sözü edilen ihlallere ve haksızlıklara yol açtınız.

Tüm sorumluluklarınızı bir tarafa bırakıp,Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklandınız. “öncelik, benim Cumhurbaşkanı seçilmem…” dediniz. O süreci de yönetemediğiniz 14 Mayıs ve sonrasında çarpıcı örnekleriyle ortaya çıktı. Geldiğimiz noktada ise, parlamento çoğunluğu da sağlanamadı. Oligarşik yapının, Milletvekili listelerinde de belirleyici olması nedeniyledir ki, alabileceğimiz milletvekislaiyısının çok altında kaldık.

Listelerdeki haksız, liyakat dışı, adaletsiz yapılanma ve etik dışı ilişkiler sonucunda bu tablo ortaya çıktı.

  • Yukarıda da ifade ..

Türkiye’ yi, ağırlıklı olarak İBB’ nin 1994- 2002 dönemindeki kadrosu yönetiyor. İBB döneminde “örtülü ödenek” ile başlayan kayıt dışı yolculuk, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlık döneminde devasa ve kontrol edilemez boyutlara ulaştı.

Kamu ihale mevzuatı, RTÜK, TÜİK, TMSF, Özelleştirme İdaresi, Merkez Bankası, Varlık Fonu, BDDK, Anadolu Ajansı, bağımlı medya, teslim alınan yargı üzerinden dar bir zümreye servet transferinin yapıldığı bir Ülke haline getirildik. Türkiye’ nin kaynakları yok ediliyor, içi boşaltılıyor. Sağlık, Adalet, İçişleri Bakanlıkları başta olmak üzere, artık kamu yönetiminde tarikatların, vakıfların egemen hale geldiği bir “Karşı Devrim” gerçeğiyle karşı karşıyayız.

AKP’ nin karar mekanizmaları, devlet nüfuzu ve yetkisini örgütlü olarak kötüye kullanmak suretiyle ve neticede “kriminal yöntemlerle” Türkiye’ yi yönetiyorlar.

  • Türkiye’ de Devlet çökmüştür. Türkiye’ de Devlete çökülmüştür.

Bu bağlamda; Ülkemizde 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumundan sonra yapılan 12 Haziran 2011 genel seçimleri, Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi, 7 Haziran 2015 genel seçimleri ve elbette 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu ve diğerleri baştan sona şaibelidir. “Serbest ve adil” seçim şartları, doğrudan ve dolaylı olarak AKP eliyle yok edilmiştir.

 

Türkiye’ de 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana anayasal darbeler, “fiili ve mütemadi” bir hal almıştır.

Yasal ve anayasal yollarla 3 Kasın 2002′ de iktidara gelen AKP, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumundan sonra demokratik meşruiyetini giderek yitirmiştir.

Hal böyle iken; Siz ve Sözcüleriniz, 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde seçimin sıhhatini etkileyen bir müdahalenin olmadığı anlamında değerlendirmeler yapmaya devam ediyorsunuz. Anlatımı yapılan olgu ve değerlendirmeler bir tarafa, sadece R.T. ERDOĞAN’ ın 3. kez adaylığı bile, başlı başına demokrasiyi ve seçimin sıhhatini sakatlayan bir olaydır. Gerek seçim öncesi ve gerek seçim döneminde, bu konuda yasal ve anayasal yollara neden başvurulmadığı konusuna temas etmekten hep kaçındınız. Sözcüleriniz, “mağduriyet kozunu vermek istemiyoruz” diyerek, gerekçelerini dile getirdiler.

Baştan sona yanlış bir mantık ve strateji.

Hep ifade edildi. Demokrasilerde hem hukuk yoluyla ve hem de alanlarda demokratik yöntemlerle mücadele verilir. Siz, her 2 yol ve yöntemin de hakkını veremediniz. Ne demek “mağduriyet yaratmayalım.” söylemi….. 21- 22 yıldan bu yana Türkiye’ yi artık kriminal yöntemlerle yöneten, Türkiye’ yi ayrıştıran ve içini boşaltan, cumhuriyetin kazanımlarını yok eden, giderek demokratik meşruiyetini yitiren bir kadrodan söz ediyoruz. Türkiye’ nin tüm kazanımlarını ve kaynaklarını dar bir zümreye servet transferi yoluyla tahsis eden bir yapıdan söz ediyoruz.

Ve Siz, gelinen bu aşamaya ve yaratılan tahribatlara rağmen, AKP’ nin “mağduriyet sığınağının” etkili olabileceğini ifade ediyorsunuz…. Hiç kusura bakmayın ve en hafif deyimiyle ifade ediyorum; “edilgen bürokrat” siyaseti ve karakteristiğinden kurtulamıyorsunuz… Kurtulamazsınız da…. Zira; Kendinize ve kadrolarınıza güvenmiyorsunuz…. Özgüven ve kararlılıktan yoksunsunuz…..

Bir taraftan da, Sözcüleriniz “Merak etmeyin, varsın R.T. ERDOĞAN 3. kez aday olsun, nasıl olsa Biz seçimi % 58- 60 ile kazanacağız.” propagandasıyla Halkın umutlarını, beklentilerini yok etmeye, bilgi kirliliği yaratmaya devam ediyor.

“Edilgen siyaset” anlayışının yarattığı “kısır döngü” sonuçlarını yaratmaya devam ediyor. Ve Siz, AKP’ ye meşruiyet kazandırmaya devam ediyorsunuz….

  • AKP döneminde yolsuzluklar ve anayasa ihlalleri konusunda, AKP kadrolarının iştirak halinde olduğu ya da yol açtığı “yüzlerce” suç dosyası ve ilişkilerinin bulunduğu açıktır.

Sadece “4′ ünü” ifade ediyorum. Örtülü ödenek, Mayınlı araziler, Telekom özelleştirmesi, Cargill ve şeker fabrikaları olayları başlı başına sorgulanması, analizi ve fikri takibi gerektiren konulardır. Bakın, konjonktürel ve dönemsel olarak ve gündem yaratmak amacıyla dile getirilen söylemlerden söz etmiyorum. Daha ötesinden söz ediyorum; yukarıda sözünü ettiğim 4 temel olayın takibindeki kararlılık ve sonuçlara göre; o Partinin ideolojisini, yurttaş ve kamuoyu nezdindeki etkisini ortaya koyacak “turnusoldan” söz ediyorum.

Türkiye’nin; kamu bütçesinin iletişiminin, güvenliğinin, istihbaratının, üretim kaynaklarının peşkeş çekilmesine yol açan bir süreçten söz ediyorum. Bunların devamında da, Türkiye’ yi; ABD, Rusya, Katar, BAE, Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok ülkeye bağımlı hale getiren, sömürgeleştirme sürecinden söz ediyorum.

R.T. ERDOĞAN’ ın, kişisel ve siyasi çıkarları ve ilişkileri üzerinden, adları geçen ülkelere Türkiye bağımlı hale gelmiştir. Bu ülkeler, bağımlılık ilişkisi üzerinden kontrol etmekte bazen de tehdit etmektedir. “Kanal İstanbul” projesi, para karşılığı vatandaşlık ve pasaport verilmesi gibi uygulamalar üzerinden Türkiye kuşatılmış durumdadır. Türkiye’ nin “demografisi” değişmiştir. Bu değişiklik, beraberinde birçok sorunu getirmiştir. Asayiş ve güvenlik sorunları yanında, işsizlik, evlilik dışı ilişkiler ve her alanda yozlaşma yaşanmaktadır. Bu arada doğu ve güneydoğu başta olmak ve Karadeniz dahil olmak üzere, Türkiye’ nin batı illerine göç hızlanmıştır. Türkiye nüfusunun belki de 3/4 ‘ü, ağırlıklı olarak Marmara, Ege ve Akdeniz Bölgesi’ ne göç etmiş durumdadır. Doğu, güneydoğu ve Karadeniz ise giderek nüfus yoğunluğunun azaldığı bölgelere dönüşmüştür.

  • AKP İktidarlarının 22 yılına ait değerlendirme yaparken, ağırlıklı olarak hukuk ve bağlantılı konulara ilişkin çalışmalarımı, önerilerimi ve uyarılarımı özetledim. Ekonomi, dış politika, Suriye ve diğer ülkelerle olan ilişkilerin ise, ağırlıklı olarak bu konuların uzmanlarıyla görüşülmesi gerektiği açıktır.

Ancak, Kürt sorununadeğinmeden geçemeyeceğim.

Bu konuyu değerlendirirken, bölge insanının giderek “aidiyet duygusunu” kaybettiğini ve bu olgunun hız kazandığını görüyor ve gözlemliyorum. AKP İktidarlarında meslek sahiplerinin, üniversite mezunlarının, yabancı dil eğitimi olan lise mezunlarının geniş kitleler halinde Türkiye’ yi terk ettiği göz önüne alındığında, sürecin vahameti daha da somut olarak görülmektedir. Bu duygusal kırılmayı, Türkiye’ nin bütünlüğü açısından son derece kritik bir gelişme olarak görüyorum. Bu nedenle en başta eşit yurttaş hukukuna dair” söylemlere ve bu yöndeki uygulamalara ağırlık verilmesinde zorunluluk vardır. Ana dil, kimlik, inanç gibi temel hak ve özgürlükler, yerel yönetimler başta olmak üzere; sloganlarla konuşmak yerine, “içi dolu” söylem ve gerekçelerle bu konuların anlatılması gerekmektedir.

Bu konular anlatılırken “millet” kavramıyla, “yurttaş” kavramını birbirine karıştırmadan anlatmanın önemine dikkat çekiyorum. Bilindiği gibi; millet kavramı, siyasal egemenliği temsil ve ifade eder. Siyasal egemenlik “bir’ dir”. İkinci bir siyasal egemenlik olmaz. Yurttaş kavramının ise; tümüyle insan haklarını, insan haysiyetini, insan onurunu esas aldığını, beraberinde temel hak ve özgürlükleri esas aldığını vurguluyorum.

“Kürt sorununa” temas etmişken, kaçınılmaz olarak

“Kayyım” olgusuna da temas etmek zorunluluğu vardır.

— HDP’li Belediyelere hukuk dışı yol ve yöntemlerle “Kayyım” görevlendirmesi yapılması, Belediye Meclislerinin feshedilmesi, Sayın Selahattin DEMİRTAŞ ve arkadaşlarının haksız ve siyasi amaçlarla tutuklanması, tutukluluk hallerinin “keyfi ve hukuk dışı müdahalelerle” sürdürülmesi süreçlerinde de; CHP Tüzel Kişiliği olarak zamanında, yerinde ve gerektiğinde etkili tepkiyi bir türlü koyamadınız. Türkiye’nin barışını ve demokrasisini sabote eden girişimlere, gerekli tepki verilememiştir. 14 ve 28 Mayıs aralığında da, Kürt yurttaşlarımız nezdinde “yeni kırılmalara” yol açtınız.

Başlı başına bir demokrasi ayıbı teşkil eden, temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesi sonucunu yaratan bir süreçten söz ediyorum.

  • Bu bağlamda; her ne kadar bir slogan halinde ve ısrarla kul hakkı” kavramı üzerinden adaletsizlikleri anlatma gayretinde iseniz de, bu söylemin başlı başına sorunlu” olduğunu özellikle vurgulamak gereğini

Zira, kul hakkı kavramı üzerinden “adalet” kavramını inşa etmek istediğiniz takdirde, hak kavramını da, inançlar üzerinden “kısıtlamış ve daraltmış”oluyorsunuz. Oysa, “hak kavramı” herkes içindir. Bu kavram; haklar yönünden, hiç kimse için hiçbir inanç ya da kimlik için sınırlama yapılamayacağını içeren bir kavramdır. Hak kavramının olduğu yerde hiyerarşi ve ayrımcılık olamaz. Siz ise; bu ve benzeri söylemlerle, CHP’yi, AKP’ nin kulvarına taşıdığınızın farkında değilsiniz….

Bu konuda daha öte bir değerlendirme yapmıyorum. Emeğin üstünlüğünü esas alan, sosyal ve ekonomik sömürünün, sınıfsal sömürünün yol açtığı sonuçları görmezden geldiğiniz içindir ki; söyleminizi ve politikalarınızı geniş halk yığınlarına ulaştıramıyorsunuz. Çünkü, zihin ve ideoloji dünyanız net değil, berrak değil….

Özetle, hak ve adalet kavramı; evrenseldir, geçmişi de geleceği de kapsar. İnsanların doğuştan mevcut olan hak ve özgürlüklerini kapsar. Bu hak ve özgürlüklere, hiçbir otorite, hiçbir muktedir, hiçbir gerekçeyle istisna ve kısıtlama getiremez. İnsanların doğuştan kazanılmış haklarından söz ediyorum. Bu hakların kullanımı, hiçbir otoritenin iznine ve icazetine tabi tutulamaz…

  • 15 Haziran 2017′ den itibaren, “Ankara’ dan İstanbul’a”

yürüdünüz. Tebrik ve takdir ederim!!!!

Ancak; 16 Nisan 2017′ de, 2,5 milyon oy çalınırken,

CHP Genel Merkezi’nden, YSK’ ya yürümediniz/ yürüyemediniz….

Sorun, buralardan başlıyor…..

Bu mektubumun; özellikle yönetim anlayışınızdaki “yetersizlikleri” ve bu bağlamda yol açtığınız “tarihi kırılmaları” anlatmaya yönelik olduğunu vurguluyorum.

Yurttaşlarımızın; AKP’ nin yarattığı ve beslendiği, yoksulluk ve bilgi kirliliği üzerinden kuşatıldığı bir vakıadır. Bu olgulara ve kuşatılmışlığa rağmen; yurttaşlarımızın “sahici siyaset” yapan ile; gösterişe, sloganlara dayalı siyaseti esas alan ve “yapay siyaset” yapanlar arasındaki farkı gördüğünü, buna göre tercih yaptığını biliyorum ve gözlemliyorum.

Siz, Kendi yol açtığınız sorunların üstünü örtmek için, Ankara’dan İstanbul’ a

450 km. yürüdünüz. Bunu söylerken, bu eylemi, sıradanlaştırma anlayışı içinde olmadığımı vurguluyorum. Bu eylem, elbette takdire şayandır. Ancak, tutarlı olmak ve içini doldurmak kaydıyla. Eksik ve yetersiz olan tam da bu; Siz bir taraftan, “dokunulmazlıkların kaldırılması Anayasaya aykırı, ancak Evet diyeceğiz” diyorsanız, devamında çalınan- oy hırsızlığı yapılan 2,5 milyon oya sahip çıkamıyorsanız; 450 km. değil, 4500 km. de yürüseniz; kitlelerde doğmuş olan “güven ve inandırıcılık” olgusunu yok edemiyorsunuz/ edemezsiniz.

Bu toplum; 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra da, bu travmayı ve şoku yaşadı. Bunun nedenleri apayrı bir bahis… Yeri geldiğinde bunları da konuşmak kaydıyla….

Mayıs 2016′ da ve 16 Nisan 2017′ de yaşattığınız güven bunalımının yol açtığı şoku ve travmayı bir kez daha hatırlatmak gereğini duyuyorum.

  • Unutulmamalıdır; demokrasilerde hiçbir siyasi iktidar, demokrasinin temel ayaklarını, yani omurgasını yok edemez. Bu temel ve vazgeçilmez kural; meşru yollarla iktidara gelen kadrolar için de geçerlidir. Yeri gelmişken ifade ediyorum; AKP, 2010 Anayasa Referandumundan sonra “demokratik meşruiyetini” her geçen seçimde kaybeden bir iktidardır.

Anayasal darbe ve ihlallerin “kronik ve mütemadi” bir hal alması durumunda, toplumun “meşru direnme hakkı” kaçınılmaz olarak doğar. Bu bağlamda; meşru direnme hakkının, hukuka itaati sağlamak amacına yönelik olduğunu önemle ifade ediyoruz. Demokrasilerde meşru direnme hakkı; şiddete başvurmadan, nefret söylemine yol açmadan, ayrımcılık yapmadan; toplantı, protesto, gösteri ve yürüyüş hakkı kullanılmak suretiyle gerçekleştirilir. Bu hakkın kullanımı, toplumsal kabulle ve dayanışmayla gerçekleştirilmelidir.

12 Haziran 1776 tarihli Virginia Haklar Bildirgesi, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi,

Birleşmiş     Milletler     İnsan     Hakları    Evrensel    Bildirisinin…………………………. Başlangıç Bölümlerinde; ”   İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak, ayaklanmaya mecbur kalmamak

için, daha doğrusu ayaklanmaya yol açılmaması için, insan haklarının hukuk rejimi ile korunması… ilkesinden söz edilmektedir.

Yukarıda sözü edilen metinlere,     ayrıca “1295 Magna  Carta” bildirgesini de eklemek gerektiği açıktır.

Keza, Alman Anayasasının 20. maddesinde de; anayasa düzeninin ihlal edilmesi ve bu durumun süreklilik kazanması halinde, direniş hakkının meşruiyetinden söz edilmektedir.

Bir kez daha ve önemle ifade ediyoruz; meşru direnme hakkı “barışçıl” bir haktır. Bu hakkın kullanımında hiçbir suretle şiddete başvurulamaz, şiddet teşvik edilemez ve şiddet yöntemleri kullanılamaz. Yine bu hak kullanılırken, kamu otoriteleri tarafından öyle veya böyle himaye edilen birtakım odakların yol açacağı provokasyonları engellemek için, olağanüstü bir dikkat ve özenin gösterilmesi gerekir.

  • CHP’nin, 1959 yılı Ocak ayındaki Kurultay’ ında,

“İlk Hedefler Beyannamesi” kabul edilmiştir.

— 6’lı Masa’ da, Parlamenter Sisteme dönüş yönünde yapılan çalışmaları önemsiyorum. Ancak, 6’lı Masa’ daki çalışmalara tabi olmadan, kendi programımız ve ideolojimiz doğrultusunda yaptığımız ve yapacağımız çalışmaların önemli ve esas olduğunu vurguluyorum. En başta, inandırıcılık ve güven sorununu aşmalıyız.

Toplum ve CHP kitlesi, Siz’e tarihi fırsat ve sorumluluklar verdi. Fakat ve maalesef, bu muazzam desteğin hakkını veremediniz. Gelinen aşamada, CHP bünyesinde kırılmaya ve ayrışmaya yol açmadan, bu süreci yönetmekle sorumlu olduğunuz kanısındayım. Oligarşik yapıya fırsat vermeden, gruplar üstünde kalarak, CHP’nin tarihini ve tüzel kimliğini kucaklayarak ve kapsayarak bu süreci yönetmek zorundasınız.

Yeri gelmişken ifade ediyorum; Sayın KARAYALÇIN’ın 25 sayfalık yazısında dile getirdiği “oligarşik yapıya dair” değerlendirmelerine, tespit ve önerilerine esas itibariyle katıldığımı ifade ediyorum. Umarım, bu önerilerden yararlanırsınız. Siz’i, bu anlamda “sahici, güven veren, tutarlı ve icrai sonuçları” olan bir siyaset anlayışına davet ediyorum. Bir başka ifadeyle, “söylem ve eylem birliğine” davet ediyorum.

Tarih, Siz’e bu sorumluluğu yüklüyor.

Türkiye’nin, İlk Hedefler Beyannamesinin düzenlendiği Ocak 1959’daki şartlardan daha da ağır şartlar altında olduğu bir vakıadır. İlk Hedefler Beyannamesini de aşacak şekilde; husumet ve intikama yol açmadan; anayasal kurumlarımızı, cumhuriyetin kazanımlarını, demokrasi ve toplumsal barışı inşa etme sorumluluğumuz vardır. Bu yol, uzun bir yol olup, emek ve kararlılık gerektirir.

Bir kez daha ifade ediyorum; AKP’ nin yarattığı ve yol açtığı bu ağır tahribatı, ancak ve ancak demokrasi ve hukuk yoluyla aşabiliriz.

CHP’ nin, sorumluluk üstlenmek anlamında “tarihi bir damarı” vardır. Bu damarı, yukarıda sözü edilen anlamda harekete geçirmekle sorumlusunuz. Bu anlamda, bu süreci yönetmek ve görevinizi bundan böyle devralacak kadroları ve iradeyi oluşturmakla sorumlusunuz. CHP’ye, kitleler halinde oy veren insanlarımızı küstürmeden, herhangi bir kırılganlığa yol açmadan bu süreci yönetmelisiniz.

Umarım, görevinizin sona ermesinin kaçınılmaz olduğu bu dönemde, anlatımını yaptığım sorumluluk anlayışıyla görevinizi tamamlarsınız.

  • Yukarıda da ifade edildiği gibi, AKP yönetimlerinde “obez ve hantal” bir yönetim yapısı oluşmuştur. Kendi kendine üreyen- kendini büyüten,

ancak, kamu yararı ve hizmeti anlamında üretemeyen

bir kamu yönetimi oluşmuştur.

AKP, giderek bir Amok Koşucusunadönmüştür.

— Devletin tüm demokratik denetim aygıtları, daha doğrusu anayasal kurumları işlevini kaybettiği için, siyasi iktidarın gücü giderek “mutlak iktidara” dönüşmüştür. Mutlak iktidarın ise, mutlak yozlaşma ve kaos sonucunu yaratması kaçınılmazdır. Türkiye’de; bu anlamda siyaset bilimindeki ifadesiyle “iktidar sarhoşluğu ya da zehirlenmesi” dönemi yaşanmaktadır. Her ne olursa olsun, iktidarı kaybetmek istemeyen “dar bir zümre” yaratılmıştır. Bu dar zümre, doğrudan Devletin kaynaklarından beslenmektedir.

Nepotizm, liyakat dışı ve çıkar ilişkileri esas alınarak gerçekleştirilen yapılanma sonucunda, “obez” bir devlet yapılanması doğmuştur. Bu yapı, kamu yönetiminin üretkenliğini ve verimliliğini kaybetmesine kaçınılmaz olarak yol açmıştır. “Kendi kendine üreyen” partogenetic bir idare yapısı doğmuştur. Bu yapı, kamu yönetiminde “çözüm üretemez” bir hale gelmiştir. Sorunlar giderek “kronik” bir hal almıştır.

AKP yönetimleri, 2007- 2008’li yıllardan bu yana giderek “AMOK KOŞUCUSU” profili vermeye başlamıştır. Önüne çıkan her şeyi yok eden, kamu kaynaklarını ve mevzuatı talan eden, Ülkenin kaynaklarının içini boşaltan, kamu hizmeti verimliliğini yok eden bir siyaset anlayışı, artık kamu yönetimine egemen hale gelmiştir. Bu anlayış, giderek dar bir zümrenin ve aile çevresinin “kişisel ve siyasi çıkar hesapları üzerinden”, Türkiye’yi kuşatır hale gelmiştir.

Köprü, otoyol, şehir hastaneleri, yurt dışı finans çevrelerine yapılan faiz ödemeleribaşta olmak üzere ekonomide ve kamu yönetiminde “kapitülasyonlar” dönemi yaratılmıştır. Siyaset kurumu ve sivil toplum; bu temel gerçeği öngörerek ve halka anlatarak demokrasi mücadelesini sürdürmelidir. Husumet ve intikama yol açmadan, salt hukuk ve demokrasi yöntemleriyle bu mücadele verilmelidir.

Türkiye’ nin bu mücadeleyi verecek birikimleri ve gücü vardır. Türkiye; en başta laiklik olmak üzere, cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkarak, hukuk devleti, eşit yurttaşlık hukuku ve demokrasiyi inşa edecek adımları atmalı ve yol haritasını buna göre ortaya koymalıdır.

Başaracağız, Başarmalıyız, Başarırız.

Her şey, Biz’ e / Bizler’e bağlı… Sağlık dileklerimle ve saygılarımla….

 Atilla KART”

 

Atatürk ve Cumhuriyetten Yana Taraf Haber Merkezi
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.