Şüphesiz ki tüm kutlamalar değerli ve özeldir ama bazıları farklı özellikleri nedeniyle kişilerin ve toplumların hafızlarında ve gönüllerinde daha ayrıcalıklı yer ederler.Cumhuriyetimizin 10. ve 50. yıl kutlamalarının ama özellikle 10. yılın toplumda yarattığı coşku ve duygudaşlık hepimizin hafızalarındadır.O kutlamaların ortaya koyduğu yüksek enerji,geçmişin karanlık günlerinden sonra ulaşılan çağdaş bir devlet kuruculuğunun ve dünya üzerinde kabul görmüş bir toplumsal dönüşüm başarısının haklı gururunu taşıyordu.
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına başlamak üzere olduğumuz şu günlerdeki toplumsal ruh halimiz ise ne yazık ki geçmişin izlerini taşımıyor. Sonraki 10 yılların yüce Atatürk’ün deyişi ile “daha büyük şanlarla, şereflerle” kutlanması ne yazık ki mümkün olmadı.Sadece bizim için değil tüm dünyanın ezilen ulusları için de büyük önem arz eden ve örnek teşkil eden cumhuriyetimizin, 100. yılınınçok daha görkemli,tüm yıla yayılmış ve toplumun tüm kesimlerince içtenlikle benimsenen yüksek bir coşkuyla kutlanması beklenirdi.
Bu durumun nedenlerinden biri,içinde yaşadığımız Cumhuriyetin, Mustafa Kemal Atatürk’ün tek başına diyebileceğimiz bir yalnızlıkla, zihninde kurgulayıp, adım adım hayata geçirdiği bir proje olması olabilir. Yani genetik kodlarını taşıdığımız atalarımızın ve hatta Cumhuriyetin kurucu kadrolarının önemli bir kısmının, yüz yıl önce Cumhuriyet, eşitlik, demokrasi ve hatta tam bağımsızlık diye bir talepleri yoktu, bu onlara yüzyılın dâhisi bir devlet kurucusunun bu toplumda doğmuş olmasının şansı ile hediye edildi. Bugün toplumun en iyi değerlendirme ile yarısının, cumhuriyetimizin daha demokrat ve çağdaş olması gibi bir beklentisi olduğunu ve bu uğurda çaba harcadığını söylemek pek mümkün gözükmüyor. Ama iyimser bir bakış açısıyla yüz yıl önce kabaca sıfır düzeyinde olan çağdaş cumhuriyet yandaşlarının nerede ise toplumun diğer yarısını oluşturduğunu söyleyebiliriz sanırım.
Çağdaş Cumhuriyet idealine bağlı olanların, geçtiğimiz yüz yılda nelerin eksik ya da hatalı yapıldığını düşünerek, ikinci yüzyıl için bir yol haritası belirlemesi zorunlu gözükmektedir. Ama bu yol haritasında yapılacak hiçbir eylem/işlem başka kişi ya da kurumlara ihale edilmeden, öneriyi getirenlerin kendilerinden başlayarak toplumsal bir iş bölümü ile hayata geçirilebilir olmalıdır.
Bu planlama yapılırken Atatürk’ün 31 Temmuz 1920 tarihinde, Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde subaylara hitaben yaptığı konuşma bir rehber olarak alınabilir;
“Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete, hürriyet ve bağımsızlık vermez. Milletlerin tabiatında en yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvede, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur. Dünyada hayat için, insanca yaşamak için, bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için, kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur. Her halde ordu,düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta, engeller ve müşkülat kalmaz.”
Bu konuşmada yer alan;“bağımsızlık” terimi“çağdaş cumhuriyet”, “subaylar” terimi“toplumun öncü kadroları/aydınlar”olarak değiştirildiğinde anlamamız gereken,çağdaş bir cumhuriyette yaşamanın bize kimse tarafından hediye edilmeyeceği, bizim onu içimizde mevcut enerji ile elde etmemiz ve geliştirmemiz gerektiğidir. Yani bunu kimse bize hediye etmeyecek, emek, özveri ve çabayla elde edilecektir.
Toplumun öncü kesimlerinin aşağılanması (TSK ninçağdaş cumhuriyet yanlısı kadrolarının Ergenekon/Balyoz ve türevi davalarla saf dışı bırakılarak, alt kadrolarıntarikatların hegemonya mücadelesine terk edilmesi, Cumhuriyet mitingleri ve Gezi Olaylarına öncülük edenlerin muhtelif yollarla pasifize edilmesi) önemli ölçüde tamamlanmıştır.Burada çağdaş cumhuriyeti savunanlarca yapılması gereken, bu aşağılanmanın farkında olarak ve bunun kabul edilmediğini haykırarak, daha büyük enerji ile topluma öncülük edilmesi ve yol gösterilmesidir.
Şubat ayındaki depremler sonrasında kaleme aldığım bir yazıda,ülkemizde devletin bir süredir bir akıl tutulması yaşadığını ifade etmiştim.[1]Bu tutulmaya yol açan temel nedenin toplumun çağdaş cumhuriyet değerlerinden uzaklaşarak yaşadığı ayrışma ve ortak idealin kaybolması olduğunu söyleyebiliriz sanırım.Devlet aklının da belirleyicisi olan toplumun ortak aklının Cumhuriyetimizi içinde yaşadığımız yüzyılın koşullarında çağdaş bir ülkeye dönüştürmeye yetmediği anlaşılıyor. Bir toplum devlet aklına sahip yöneticilere sahip olmak istiyorsa, işe önce kendini değiştirerek/dönüştürerek başlamalıdır.
Atatürk devrimlerinin bu topluma kazandırdıkları iki temel ayrımla ele alınabilir, ilki cumhuriyet ve buna bağlı olarak (yaşamı boyunca yaptığı denemelerle hayata geçirilemese de) yolunu açtığı demokrasi, ikincisi ise bugün de kazanımlarını yaşamakta olduğumuz çağdaşlaşma. Ayrıca bu iki kazanımı destekleyen tam bağımsızlık.
Tarihte daha demokratik şekilde yönetilse bile, sonraki 600 yıl boyunca kul olarak yaşamaya alıştırılmış/zorlanmış ya da ikna edilmiş Türk halkının, yönetim şeklini değiştirmek gibi bir talebi yokken, Cumhuriyet onlara bir armağan olarak sunulmuştur. Şimdi geçmişe dönüp bakıldığında, yüce Atatürk’ün bize kazandırdıkları içinde, toplum tarafından en fazla benimsenerek sahip çıkılanın Cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girmekte olduğumuz bugünlerde, siyaseten ve dünya görüşü olarak parçalanmış bir görüntü veren toplumun hiçbir kesiminin, Cumhuriyetin kazanımlarından geri adım atmayacağını gözlemleyebiliyoruz.
Öte yandan demokrasiyi sadece oy vermeye indirgerseniz ülkede demokrasinin işlemekte olduğu söylenebilir. Ama gözden uzak tutulmaması gereken en önemli konu, demokratik bir sistemin varlığı için ona uygun bir siyasî kültür ortamının bulunması gerektiğidir. Bu da demokratik kişiliğe sahip bireylerin, kurum ve kurallara, toplumun diğer kesimlerine duyduğu güven ve birlikte yaşama inancı ile oluşturulabilir. Yani demokratikleşmenin merkezinde, demokrat kişiliğe sahip, bilinçli vatandaşlar olmak zorundadır. Şu an içinde bulunduğumuz siyasi kültür ortamının, bu temel kriterleri karşılamadığı açıklıkla görülebilmektedir. Çok partili rejime geçilmesiyle beraber toplum ortalamasının görüş ve beklentilerini hayata geçiren siyasi iktidarlar, demokrasimizin kalitesini üçüncü sınıf ülkeler kategorisine indirmiş, ilave olarak çağdaşlaşma yolunda yapılan pek çok devrim ya ortadan kaldırılmış ya da erozyona uğratılmıştır.
Çağdaşlaşma konusunda toplumun nerede olduğunu anlamak için Niyazi Berkes’e başvurmak gerekir diye düşünüyorum. Berkes, laikliğin tanımını yaparken şunları söylüyor; “İşte burada inceleyeceğimiz konunun asıl özünü aydınlatacak ipucunu elde ediyoruz; bu, dar anlamında din-devlet ayrımı sorunu değil, çok daha genişanlamda “kutsallaşmışgelenek boyunduruğundan kurtulma” sorunudur. Birincisi, ikincisinin birçok görüntüsünden yalnız biridir. Değer ölçüleri olmayan hiçbir toplum yoktur. Ancak bazı değerler zamanın gereklerine göre değişeceğine, zamanla katılaşma, kireçleşme eğilimi gösterirler. Bu eğilimden ötürüdür ki, bir toplumda değişme zorunlulukları ortaya çıkınca, bilerek bilmeyerek ya da isteyerek istemeyerek çağdaşlaşmaya doğru bir yönelme başlayınca, o zamana dek açıkça din şemsiyesinin altına girmemişbirçok kişiler değişme yağmuru karşısında bu şemsiyenin altında toplanmaya başlar. Din, geleneğin en son sığınağı, en son savunma kalesidir. Aslında toplumun eski yaşayışının kökeninden gelen birçok alışkanlıklar, kolaylıkla din gereği imişgibi bir nitelik kazanırlar. İşte bunun içindir ki, çağdaşlaşma sözcüğünün özü, “laikleşme” sözcüğünün söylemek istediği gibi toplumu bu dinselleşme hummasının yakasından kurtarma işi imişgibi gözüküyor.”[2]Özetle şunu söyleyebiliriz sanırım, toplum laikliği ne kadar içselleştirmiş ve benimsemişse o kadar çağdaştır. Bu anlamda Türk toplumunun çağdaş bir toplum olduğunu söyleyebilmek zor gözüküyor, ama burada da iyimser bir bakış açısıyla en azından yarıya yakın bir oranda çağdaş değerleri savunan bir kitlenin varlığından söz edebiliriz.
Bu ülke insanlarının Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında, ilk yüzyılın başlangıcındaki kendine güven ve değişim ivmesini yakalayarak, toplumun demokratikleşmesi ve çağdaşlaşması için günün ihtiyaçlarına yönelik toplumsal ve ahlaki dönüşümü sağlamasının zorunlu olduğu gözüküyor.Emek, sabır ve özveriyle toplumsal birleşik akılı harekete geçirerek, ihtiyaç duyulan dönüşümü gerçekleştirmek hepimizin ilk hedefi olmak zorunda.Sonrasında da yüz yılda ulaşılamayan hedeflere Cumhuriyetin ikinci yüzyılında nasıl ulaşabileceğimizi yapılacakları kimseye havale etmeden önce kendimizden ve içinde bulunduğumuz küçük topluluklardan başlayarak düşünmeli ve hayat geçirmeliyiz.
[1] https://medyasiyaset.com/devlet-akli/
[2] Türkiye’de Çağdaşlaşma, Niyazi Berkes