Mekân ve Sermaye Bağlamında Kemalizm İdeolojisi

Mekân ve Sermaye Bağlamında Kemalizm İdeolojisi
Yayınlama: 17.12.2022 18:00
A+
A-

İdeoloji nedir sorusunu doğru biçimde açabilmek için, ideoloji ve mekânı bir arada ele almak gerekir. İdeoloji ile mekân, üretim ilişkileri bağlamında kesişirler; bir toplumun yaşadığı coğrafyadaki, yani belli bir mekândaki üretim ilişkilerini ve sermaye hareketlerini düzenleyen dizgeye ideoloji denir. Bir mekânda sermayenin tabi olacağı kuralları düzenleyen her düzen bir ideolojidir. Sermayenin düzenlenmesine kalkışmayan dizgelere ideoloji denmez. Bu bağlamda mekâna ait olmayan bir ideoloji, ideolojisiz bir mekân kadar tehlikeli ve yıkıcıdır. Kemalizm de doğrudan sermayenin denetim altına alınmasını hedefleyen bir yönetim biçimi olarak, dört dörtlük bir ideolojidir.

Mekân, bireyin içine doğduğu ortam olarak, birey tarafından açıklığa kavuşturulmayı bekleyen unsurlar içerir. Birey, içine doğduğu, gözlerini açtığı mekânda nasıl yaşamını sürdürecek ve ötekilerle ilişkisini hangi çerçevede kuracaktır? İnsan, diğer canlılardan farklı olarak içine doğduğu doğal çevrede tek başına yaşamını sürdürebilecek bir yetiye sahip olmadığı için, kerhen bireysel arzularını bastırarak topluluk halinde yaşamak zorunda kalmış olan bir canlıdır. İdeoloji, çetin doğa koşulları içinde hayatta kalabilmek amacıyla, bireysel çıkarlarını yaşamı boyunca bağımlı olduğu toplumun çıkarlarının gerisinde tutmak zorunda kalan insanın, bireysel arzularını bir kenara itmek gibi zor bir durumu anlamlandırabilmesini sağlayan dizge olarak kendini temellendirir. Bu dizge, bireyin içinde bulunduğu toplumun ekonomik yapısı değiştikçe değişikliğe uğramıştır.

Son olarak içinde bulunduğumuz ve neo-liberal ekonominin ağırlıkta olduğu dönem, insanı içine doğmuş olduğu mekânda, bir topluma bağımlı hissetmekten en uzağa atan bir özelik taşıması nedeniyle, birey-toplum bağını tarihte en çok çözen bir mekânsal nitelik taşımaktadır. Bunun etkilerini sol ve sağ cenahtaki tüm siyasetlerde, bireysel özgürlük maskesi altında sermayenin özgürlüğünü öne çıkartan liberalizmin ağırlık kazanmasıyla görmekteyiz.

Nutuk, ayrıntılı biçimde mekân analizi yapar, bireyin o dönemde kendi bireysel arzularını, toplumsal bir yapıyı kurmak önceliği adına neden geri planda tutması gerektiğini açıklar. Kemalizm bu bağlamda mekânı tam olarak açıklayan mükemmel bir ideolojidir: Endüstri devrimiyle birlikte şaha kalkmış olan sömürgeci güçlerin kapısına dayandığı, soykırıma uğramış ve daha da kırılması muhtemel olan bir topluma, nasıl yaşamda kalabileceğini anlatır. Kemalizm ideolojisi, sömürgeci yıkıcı güçlerin karşısında çözülme belirtileri sergileyen Anadolu toplumunun kurtuluşunun, bu coğrafyanın içindeki sermaye hareketlerini serbest bırakarak değil, kontrol altına alarak, bu bağlamda da bireysel özgürlükleri öne çıkartarak değil, ekonomik açıdan bağımsız bir toplum kurarak olanaklı olduğunu anlatır.

Bu ilke, Atatürk’ün ölümünden sonra, Kemalizmideolojisini bu açıdan hiç anlayamamış olan İnönü ve sonrasındaki yöneticiler tarafından geri plana itilmiştir. Bunu daha iyi anlayabilmek için, CHP’nin 1938 öncesi ve sonrasında yapılan kongre tutanaklarını kıyaslamak yeterlidir (Yılmaz Dikbaş, Atatürkçüler Yenildi). 1938 öncesi CHP kongrelerinin, parti programlarının metinleri, Kemalizm ideolojisinin yazılı metinleridir. Kemalizm şunu savunur; üretim sürecinin bütünüyle sermayenin egemenliği altına girme tehdidine karşı, devletler sahip oldukları toprakların dâhilindeki sermaye hareketlerini kendi denetimleri altında tutmalıdırlar.

Bireyin özgürlüğü mü daha önemlidir yoksa toplumun bağımsız kalabilmesi mi tartışmasının aslında Mustafa Kemal’den çok önce başlamış olduğunu, hatta İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) 1905’deki bölünmesinin nedeni olduğunu görmekteyiz. Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki adlı kitabında, İngiltere tarafından doğrudan desteklenen Prens Sabahattin kadrosunun, Durkheim’a karşıt bir sosyoloji kuran Demolins’in etkisinde kalarak, bireysel özgürlükleri her şeyin üstünde tuttuğunu belirtir. Bunun sonucunda bu kadro, devlet yönetiminde desantralizasyonu ve âdem-i merkeziyetçiliği, ekonomide serbest girişimciliğin önünde hiçbir engelin kalmamasını ideolojilerinin temeli yaparak bağımsız bir devlet yapısını ideolojilerinin temeli yapan İTC’nin diğer kadrolarından kopar (2014, 86).

Görüldüğü gibi Kemalizm, bu coğrafyada yaklaşık olarak 200 yıldır süregelen ekonomik modelin ne olacağını belirleyenideolojik çatışmanın bir tarafıdır. Menderesleri, Demirelleri, Özalları, Evrenleri, Çillerleri, günümüzün Neo-Osmanlıcılarını yetiştiren liberalizm bir ideoloji oluyorsa buna karşı bir ekonomik model öneren Kemalizm de bir ideolojidir. Mustafa Kemal, bireyin sağlıklı olabilmesinin ön koşulunun, onun sağlıklı bir mekânda bulunması olduğunu fark etmiştir. Mekânı anlamlandıracak bir ideolojiden yoksun ve bütünüyle bireysel özgürlüklerinin peşinde koşan bireylerle dolu olan bir toplumun çözülmeye gideceği için böyle bir toplumun bireylerinin, özgürlüklerinin tadını çıkartamayacaklarını Durkheim gibi görmüştür. Kemalizm ideolojisi sömürgeci güçlerin karşısında topumun ekonomik bağımsızlığını nasıl koruyabileceğini, karma ekonomi modelinin, silahlı kuvvetlerin bağımsız kalmasının, bölgesel siyasi ittifakların bu bağımsızlığı oluşturmadaki önemlerini vurgulayarak anlatır.

Mekânın ekonomik yapısını göz ardı ederek bütünüyle ideolojik bir dünyaya fırlayan bireyin ne kadar sağlıksız bir hayal dünyasına sürüklenerek yaşayacağını Hegel 250 yıl önce yazmıştır. Bu nedenle Hegel eylemin hayal dünyasından bireyi kurtarabilecek tek olanak olduğunu vurgular. Eylemsiz bir ideoloji, Yeşilçam filmlerindeki zengin babasına özgürlüğü adına karşı çıkarak yaşamak isteyen şımarık zengin çocuğu gibi, zengin AB’nin para yemeye doymayan çocuğu Yunanistan’ın sol adına çıkara çıkara Syriza biçimindeki bir bireysel özgülük balonu çıkartmasına neden olmuştur. Sonsuz bireysel özgürlük, zengin bir babaya sahip olmadan olanaklı değildir. Ancak günümüzde sermayenin egemenliğine teslim edilen mekânımız artık şişkin ve bireyci egolar yetiştiren, ideolojisiz bir mekâna dönüşmüştür.

İdeoloji, gerek doğrudan bireylerin kimliklerinin nasıl biçimleneceğini etkilemesi, gerekse toplumdaki bireylerin yaşama anlam katabilmelerine yaraması açısından önemli bir psikolojik etkendir. Çünkü birey, içinde bulunduğu toplumun üretim ilişkilerinin biçimlendirdiği bir yapıdır.Mekânda sermayenin hakimiyeti arttıkça insan sağlığı da o oranda bozuluyor. Sağlıklı olabilmemiz için, önce yaşadığımız mekânda sermayeyi kontrol altına alabilmemizi sağlayacak bir ideolojiye gereksinimimiz var. Kişisel gelişim değil toplumsal gelişim önemli; toplumsal koşullar kötüyse, kişisel gelişim çabaları bencil bireyler yaratmaktan öteye geçemiyor.

Kemalist politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi 1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. Yaşananlar, şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü gibi her zaman Atatürk’ün yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti bulunan bir “ulusal önderin”, geri dönüş sürecinin başlamasında birincil düzeyde sorumlu olmasıdır. Bu konu ve nedenleri, ülkemizde yeterince tartışılmamış, böyle bir tartışma İnönü’ye saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik ders çıkarmak bizim sorumluluğumuzdur. İnönü gibi, Devrim’de yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine düştüğü durumun açıklanması gerekir. Emperyalizmi kavrayamamanın nelere yol açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.

Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım 1938 günü toplanan TBMM, İsmet İnönü’yü oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçti. Bu oylar İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı için Meclis’te aldığı ilk oylar değildi. 1923 yılındaki ilk Cumhurbaşkanlığı seçiminde de kendisine bir oy çıkmış, bu oyu Mustafa Kemal vermişti. Türk kamuoyunda “en uygun seçim” olarak değerlendirilen Cumhurbaşkanı seçiminden sonra, Celal Bayar Hükümeti kural gereği istifa etti. Ancak İnönü, hükümeti kurmak için yine Celal Bayar’ı görevlendirdi. Kurulan yeni hükümette, Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşlarından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras yoktu. Cumhuriyet devrimlerinin uygulanmasında en önde görev almış bu iki inançlı insana, İsmet İnönü’nün isteği üzerine yeni hükümette görev verilmemişti.

Celal Bayar, 25 Ocak 1939’da kural gereği değil bu kez gerçekten istifa etti. Dr.Refik Saydam hükümeti kurmakla görevlendirildi. İnönü, hükümeti yeniledikten sonra Meclis’i de değiştirmeye karar verdi. Mart 1939’da yapılan erken seçimlere katılacak CHP milletvekili adaylarının tümünü kendisi seçti. Adaylar üzerinde yaptığı seçim, Atatürk döneminde politikalarda değişiklik olacağının habercisiydi. Cumhuriyet devrimlerinin gerçek boyutunu kavrayamayarak bunlara karşı çıkan, ekonomide ulusal kalkınma yerine “liberalizmi” savunarak Atatürk’le siyasi çatışma içine giren; Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler İnönü tarafından aday yapılmıştır. Bu uygulama daha sonra genişletilmiş, İzmir suikastı davasında yargılanan; Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Kazım Karabekir gibi isimler önemli görevlere getirilmiştir. Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir Meclis Başkanlığı’na dek yükselmiştir.

İnönü, “Yeni Politika” yönündeki karar ve davranışını şöyle anlatmıştır; “İçişlerinde yeni bir politika gerekli idi. Bu politika gerginlikleri ciddi olarak giderme veya yumuşatma yönünde olacaktı. Eski küskünlükleri kaldırmak için, ciddi olarak çalışmak kararındaydım… Eski küskünlük dediğim zaman, Terakkiperver ve Serbest Fırka teşebbüslerinden kalan huzursuzlukları murat ediyorum.” Bu sözlerin taşıdığı anlam, sonraki politik uygulamalarda somutlaşacaktır. Türk toplumu 1923-1938 arasında, olağanüstü devrimci bir dönem yaşamıştır. Böyle bir dönemde devrim karşıtı eğilimlerin ve bunların örgütsel tepkilerinin oluşması kaçınılmazdır. Karşı-devrimci tepkileri, ‘iç politika gerginlikleri’ olarak gören ve bu tepkileri; giderme ve yumuşatma adıyla, Terakkiperver ve Serbest Fırka yöneticileri ile uzlaşmaya varan anlayışın, devrimcilikten, bağlı olarak da Atatürkçülük’ten uzaklaşmayla sonuçlanması kaçınılmazdı.

Nitekim 1939-1950 döneminde bu tür ‘gerginlik giderme’ uygulamaları sıkça yapılmıştır. Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği, Millî Eğitim Bakanlığı yapmış ve ilk ‘İnkilap Tarihi’ derslerini vermiş olan Prof.Hikmet Bayur’un Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamalar için görüşleri şöyledir: “… Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı.” Gerginliği gidermek savıyla yeni gerginlikler yaratılıyor ancak bu kez gerilen taraf Atatürk’ün yakın çevresi ve Atatürkçü kadrolar oluyordu. Atatürk’le “Araya Mesafe Koyma”, Atatürk’ün yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan süreç, açıkça söylenmeyen ve yazılmayan ancak davranış biçimleriyle ortaya koyulan dizgeli (sistemli) bir politikaya dönüştürüldü. İnönü milli şefti ve her şeyi o belirliyordu. Devlet kadrolarında yükselmek isteyenler günün gereklerine uymak durumundaydılar. Atatürk’ün yakın çevresi gözden düşmüştü. Onlarlabirlik görünmek, yükselmeyi önleyen bir etkendi. İlk kadın milletvekillerinden Fakihe Öymen, Afet İnan’ın kendisini sıkça ziyaret etmesi nedeniyle kimi milletvekillerince uyarılmış ve Atatürk’ün yakını olan bu kişiyle fazla görüşmemesi önerilmişti. Din eğitimi almış ve faşist eğilimler içindeki Şemsettin Günaltay, İnönü Cumhurbaşkanı olduğunda, Atatürk dönemini karalayan ve Atatürk’ü dolaylı olarak aşağılayan; “İnönü devri başlıyor, fazilet devri başlıyor” demiş ve ileride başbakan yapılmıştı…”

1939-1950 döneminde en çekinceli ödünler, henüz tam olarak yerleşmemiş olan laiklik konusunda verilmiştir. Dinsel inançların siyasi çıkar için kullanılmasının 1950’den sonra başladığı yönünde yaygın bir kanı vardır. Oysa bu tür uygulamalar Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlamıştı. Sandıkta yarışın sözkonusu olmadığı tek parti döneminde, laiklikten verilen ödünlerin hangi somut amaca yönelik olduğunun mantıksal bir açıklaması bugüne dek yapılamamıştır. DP’nin uygulamaları, kendinden önce başlatılan bir sürecin, yoğunluğunun arttırılarak sürdürülmesinden başka bir şey değildir. İlk kadın milletvekillerinden Fakihe Öymen’in konuyla ilgili olarak, döneme ve dönemin Cumhurbaşkanı İnönü’ye eleştirileri oldukça serttir; “… İnönü bütün hareketlerinde Atatürk’ün üstünlüğünü silmek için elinden gelen gayreti sarf etti. Bunu genel bir fikir olarak söyleyebilirim. Atatürk’ün yolunda yürümüş olsaydı, her şey başka türlü olacaktı. Atatürk öldükten sonra birçok dostumuz var ki İsmet Paşa zamanında oruç tutmaya, namaz kılmaya başladılar. Kusurumuz, laikliği memlekete yayamamaktır. Onun için ben şahsen, İnönü’nün Anıtkabir’e defnedilmesini bile istemedim.”

Hikmet Bayur şunları söylüyor: “Atatürk öldükten sonra biz seçim bölgelerimize gittik. Bir müddet sonra, galiba yeni seçimlerden sonra baktım her mahallede bir kuran kursu açılmış. Bunlar yoktu eskiden. İnönü Cumhurbaşkanı ve Recep Pekerde İçişleri Bakanı ki, Recep Peker de bu softaların şiddetli aleyhindeydi. Gittim Ankara’ya, Recep Peker’e dedim ki, Ne hâl bu? Ne yapayım dedi emir en büyük yerden geliyor. Yani İnönü din düşmanlığı yapmadı, dincilik yapıyor. Daha sonra İlahiyat Fakültesini açtı. Sonra İmam Hatip okullarını açtı. İmam Hatip okullarına Fıkıh dersi koydurdu. Fıkıh dersine hiç lüzum yok. Çünkü fıkıh demek şeriattan doğma yani Kuran’dan ve peygamberin davranışlarından çıkarılan hükümlere göre yapılmış kanunlar demektir.”

Falih Rıfkı Atay’ın görüşleri de benzer niteliktedir. Bilindiği gibi Atay, Atatürk’ün yakın çevresinde bulunmuş ve Cumhuriyet’in hemen tüm dönemlerini yaşamış bir insandır. “Atatürkçülük Nedir?” adlı kitabında şunları yazıyor: “Atatürk öldükten sonra CHP ve Çankaya çevresini, Atatürk’ün yaptıklarına daha o sağ iken inanmamış olanlar sarmıştı. Kurultaylarda pek nüfuzlu kimselerden Kemalizm ve lâisizm deyimlerinin tüzükten çıkarılması istenmişti. (1953 Kurultayında Kemalizm CHP programından çıkarılmış yerine Atatürk yolu diye bir kavram getirilmiştir y.n.)…” Falih Rıfkı bir başka kitabı, Bayrak’ta konuyla ilgili olarak şunları yazar: “Atatürk’ün CHP’ye bıraktığı gerçek miras devrimleri idi. Bu devrimlerin iki esas temeli, Laisizm ve eğitim birliği, CHP idaresi devrinde temelinden sarsılmıştır. CHP İmam-Hatip okullarına fıkıh dersi koymakla eğitim birliğini yıkmıştır. O vakitten beri CHP Atatürk’ün değil İnönü’nün partisidir.”

Siyasi ve Ekonomik Ödünler Gericiliğe verilen ödünler, Kemalist devrim anlayışına uygun düşmeyen uygulamaların bir bölümüydü. Ekonomik kalkınma, dış siyaset ve ulusal bağımsızlık gibi temel ilkeler çerçevesinde verilen ödünler daha kalıcı olumsuz sonuçlar doğurmuştur. 1937 yılında altı ok anayasa maddesi yapılırken, on yıl sonra devletçilik ve devrimcilikten vaz geçildi. Projeleri hazırlanmış olan Demir-Çelik, Genel Makina ve Elektrolitik Bakır gibi yatırımlar izlenceden (programdan) çıkarılıyor, sanayileşmeyle bağdaşmayan yeni kalkınma planları yapılıyordu. Çelişkili Dönem 1939-1950 arasındaki 11 yıl, Kemalist atılımların durdurulduğu, geri dönüş sürecinin başladığı, çelişkilerle dolu bir dönemdir. Bu dönemde, hem henüz etkisini yitirmemiş olan devrim ilkeleri hem de geri dönüş uygulamaları varlığını birlikte sürdürmüştür.

Batıyla uzlaşma ve giderek emperyalizmin etkisine girmeyle sonuçlanan bu süreç; İngiltere ve Fransa ile yapılan Üçlü Bağlaşma Antlaşması’yla başlamış, çeşitli aşama ve yoğunluklardan geçerek günümüze dek sürmüştür. İsmet İnönü 1960’larda, Abdi İpekçi ile yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyordu; “Demokratik rejime karar verdiğimiz zaman, büyük otoritenin iradesinde büyük reformların hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş oluyorduk.” Değerlendirmedeki dikkat çekici yan, “büyük otorite iradesinde büyük reformların yapılması döneminin” yalnızca değişmiş olması yönündeki saptama değil, “değişmesi gerektiği” yönündeki kabuldür. Burada devrimci dönemin, nesnel koşullar nedeniyle sona erdiği söylenmiyor, devrimcilikten vazgeçildiği kabul ediliyor. Oysa Kemalist düşünce ve eylem, sürekli devrimi kabul eder ve “Hiçbir gerçek devrim, gerçeği görenlerin dışında çoğunluğun oyuna başvurularak yapılamaz,devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur” diyordu.

Görüşler arasındaki niteliksel karşıtlık, dünya görüşlerine dayanan yapısal bir ayrım mı, yoksa zaman içinde yeni koşulların neden olduğu düşünce değişikliği miydi? Bu sorunun yanıtını, İsmet İnönü’nün, Mustafa Kemal’e 1919 yılında, henüz İstanbul’dayken yazdığı mektupta aramak gerekir; “Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir”.

1945 sonrasında artan ABD etkisi ve girişilen seçim yarışı, Atatürkçülükten verilen ödünlerin nicelik ve kapsam olarak önemli miktarda artmasına yol açtı. 1930 Serbest Fırka girişimini kendine örnek alan DP ve CHP, bu konuda birbirleri ile yarışır duruma geldi. Yönetimdeki parti olarak CHP’nin eylemleri, somuta yönelik olduğu için daha etkin ve kalıcı oldu. DP, ‘ödün verme yarışının’ bayrağını 15 Mayıs 1950’de devraldı. Devrimcilik ve Laiklik ilkelerine bağlılıkları tartışma konusu olan bir küme CHP milletvekili 1946 ve 1950 seçimlerinde, DP’nin en güçlü yanının; “halkın dini hislerini okşamak” ve “milli ahlaka uygun hareket etmek” olduğunu ileri sürerek, bu silahların artık kendileri tarafından kullanılacağını açıkladılar. Bu anlayış en üstten en alta dek hemen tüm CHP örgütlerini sardı. Devlet okullarında din dersleri okutulması için yasa çıkaran CHP hükümeti, ödün sınırını, Ticani Tarikatıyla iş birliği yapmaya dek götürdü. Verilen ödünler zaman zaman Celal Bayar’ı bile rahatsız ediyordu. Seçimler öncesinde iki parti başkanı bir araya gelerek parti çalışmalarında din sömürücülüğü yapılmaması konusunda anlaşmıştı. Ancak, bu anlaşma hiçbir zaman yaşama geçmemişti. Örneğin, Celal Bayar Bursa’da yaptığı bir seçim konuşmasında, ağırlıkla laikliği savunan görüşlere vermiş ve bu yüzden Sebilürreşad adlı şeriatçı bir dergi tarafından dinsizlikle suçlanmıştı. CHP bu dergiden binlerce satın alarak, tüm Türkiye’ye dağıtmıştı. Celal Bayar konuyu İnönü’ye ilettiğinde aldığı yanıt; “Ne yapalım bizim arkadaşlar senin bir zaafından istifade etmişler” olmuştur.

Atatürk’ün ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı deklarasyona imza attı. Sovyetler Birliği’nde büyük rahatsızlık yaratan bu deklarasyonlar, 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere, Fransa ve Türkiye arasındaki Üçlü İttifak Anlaşması durumuna getirildi. Anlaşmanın yapıldığı günlerde Almanya, İngiltere ve Fransa ile savaş halindeydi ve bu anlaşma, Hitler’in Türkiye’yi işgal planı içine almasına neden olmuştu. Antlaşmadan sonra, Sovyetler Birliği ile ilişkiler bozulmuş, Almanya’nın tepkisi çekilmiş ve hemen hiçbir şey kazanılmamıştı. Ancak çok önemli bir şey yitirilmişti. On beş yıl boyunca uygulanan, sınır komşuları dahil dünyanın tüm ülkelerine güven veren, bağımsız ve bağlantısız Kemalist dış politikadan vazgeçilmiş ve yeniden “Batıya bağlanma” sürecine girilmişti; Atatürk’ün ölümüne dek yaptığı uyarılar ve bıraktığı vasiyet yerine getirilmemişti.

Üçlü ittifak anlaşmasıyla yapılan iş, açık ve anlaşılır biçimde; tam bağımsızlıkta ödünsüzlük, kendi gücüne dayanma ve Batıyla eşit ilişkiler temeline dayanan Atatürkçü dış politikadan uzaklaşmaydı. Oysa bunlar Türk Devrimi’nin özünü oluşturuyordu. Batıya bağlanma eğilimi, İnönü için hata değil, bilinçli bir seçimdi. Bu gerçek, daha sonraki uygulama ve açıklamalarla açık olarak ortaya çıkacaktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği ile sorun yaşandığı günlerde Amerikalı bir gazeteciye şunları söylemişti: “Eğer Rusya gelip de aradaki anlaşmazlıkları olumlu biçimde çözme teklifinde bulunsa bile ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmesi taraftarıydım.”

İsmet İnönü, Türkiye’nin yalnızca siyasette değil ekonomide de “Amerika’yla el ele gitmesi taraftarıydı”. Bu “taraftarlığını”, Cumhurbaşkanı seçildikten 4,5 ay sonra göstermişti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yabancı bir ülkeye imtiyaz tanıyan ilk anlaşmayı 1 Nisan 1939 günü yaptı. 5 Mayıs 1939 günü yürürlüğe giren bu anlaşmaya göre, Türkiye ABD’ne “gerek ithalat ve ihracatta ve gerekse diğer tüm konularda en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsü” tanıdı. Ayrıca, ABD sanayi malları için yüzde 12 ile yüzde 88 arasında değişen oranlarda gümrük indirimleri sağlandı (15). ABD’ne, ticaret başta olmak üzere “tüm konularda” imtiyazlar tanıyan 1 Nisan 1939 anlaşması imzalandığında, Atatürk’ün bu tür anlaşmaları imzalayan Bekir Sami’yi görevden alışından 18 yıl, ölümünden ise yalnızca 140 gün geçmişti.

1 Nisan 1939 Ticari imtiyaz anlaşması, 12 Mayıs–23 Haziran 1939 Deklarasyonları ve 19 Ekim 1939 “Üçlü İttifak Anlaşması”, yaşamını bu tür anlaşmalara karşı savaşıma adamış olan Mustafa Kemal’in ölümünden sonraki bir yıl içinde yapılmıştı.

Cumhuriyet’in bizlere kazandırdığı en büyük değerlerden biri Köy Enstitüleriydi. Köy Enstitülüler düşünüyor, okuyor, araştırıyor, tartışıyor ve üretiyorlardı. Hem aydınlanıyorlardı hem de aydınlatıyorlardı. Tarıma dayalı bir toplumun kalkınması için ideal bir eğitim projesiydi. Ama bu aydınlanmadan ve kalkınmadan iç ve dış güçler rahatsız oldular. Çünkü onların sömürülerinin önündeki en büyük engeldi Köy Enstitüleri. Sömürülerini rahatça devam ettirebilmeleri için bu insanların cahil bırakılması gerekiyordu. Cahil bırakmanın en iyi yolu da dine yöneltmekti. Bunun için de bu okulların kapatılıp imam hatiplerin, ilahiyat fakültelerinin, Kuran kurslarının açılması gerekiyordu. Türkçe olan ezanın Arapça okutulması gerekiyordu. Çağdaş ve bilimsel bir eğitimin yerine çağ dışı eğitimin temel alınması gerekiyordu. Bunu başardılar. Bunun sonucunda cami sayısı okul sayısını geçti. Böylece din yoluyla insanlar sürüleştirilip bu din sömürüsü temelinde oy avcılığı yapıldı. İşte bu oy avcıları bu izlenen yanlış politikaların sonucunda emperyalistlerin güdümünde bunun meyvelerini toplayarak bu gün iktidardalar.

KÖY ENSTİTÜLERİ KAPANMASAYDI NELER OLMAZDI?

Köyden kente göçler olmazdı.
Yoksulluk, hırsızlık, gasp olmazdı.
Okumayan çocuk kalmazdı.
Çorak toprak kalmazdı.
Boşa akan, kullanılmayan, değerlendirilmeyen su kalmazdı.
Dışardan sanayi ürünü almazdık.
Dışardan tarım ürünleri almazdık.
İhracatımız ithalatımızdan az olmazdı.
Heykeller yıkmazdık, resimler yırtmazdık.
Üretim yapmayan fabrikalar açmazdık.
Üretim yapan fabrikaları yıkmazdık.
Özelleştirme olmazdı.
Terör olmazdı.
301 ri tartışmazdık
Terör cinayetleri olmazdı.
Paralı eğitim olmazdı.
Dershaneler olmazdı.
81 ile öğretmensiz, araç gereçsiz üniversite açmazdık.
Siyasi cinayetler olmazdı.

Hapishanelerimiz dolup taşmazdı.
İMF nin oyuncağı olmaz ona yalvarmazdık.
AB ye yalvarmaz, küçük düşmezdik.
İhtilaller olmazdı.

İşte olmayanların bir kısmı Neler kaybetmişiz neler. Türkiye, bölünme ve iç çatışma dahil her türlü tehlikeyi içeren bir karmaşa ortamına doğru gitmektedir. Emperyalizme karşı mücadele yüksek anti-emperyalist bilinç yani Atatürkçü bakış gerektirmektedir. Atatürk’ü ve yaptıklarını kavramadan emperyalizme karşı mücadele edilemez. Uygulanan yanlış politikalardan kurtulup Atatürk’e yönelirse altından kalkamayacağı güçlük yoktur. Atatürk’ten sonra gerçek anlamda Cumhuriyetçi, Atatürkçü kimse olmamıştır herkes korkmuştur, Türkiye halkını en dürüst dediğimizpolitikacılar bile bu halktan bir şeyleri gizleyerek Emperyalizme, Kapitalizme karşı sessiz kalarak destek vermişlerdir.

Atatürk 15 yıl daha yaşasaydı neler yapardı, ismet İnönü 35 yılda neden yapmadı? Veya neler yaptı ki bu duruma geldik? Kemalistler (!) ortaya çıkıp adam gibi, insan gibi gerçekleri Türk ulusuna anlatmadıkları sürece tayyip gibiler varlık sebebi olan İnönü’yeküfrederek iktidara gelecekler ve bu paradoksal döngünün pastasını yiyerek Türk aydınlarını soy kırımına uğratacaklardır, 1938-55 İnönü dönemi dosyaları açılmadığı sürece Türkiye’nin önü açılamaz…….!

Kaynakça:

1 “İkinci Adam” Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Yay., 2.Cilt, sf.45
2 “Tarihe Tanıklık Edenler” Arı İnan Çağdaş Yay., sf.364
3 a.g.e. sf.364
4 a.g.e. sf.365
5 “Tarihe Tanıklık Edenler” Arı İnan, Çağdaş Yay., 1957, sf.373
6 a.g.e. sf.336
7 “Atatürkçülük Nedir ?” Falih Rıfkı Atay Bates Yay., sf.44-45
8 “Bayrak” Falih Rıfkı Atay Bates Yay., sf.121
9 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf.696
10 “Atatürk Antolojisi” Yusuf Çotuksöken, İnkilap ve Aka Yay., sf.36
11 “Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi” Hacı Angı, Angı Yay., sf.93
12 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf 1696
13 “Politikada 45 Yıl” Y.Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yay., sf.192-195
14 “Çok Partili Hayata Geçiş” Prof. Taner Timur, İletişim Yayınları.
15 Ulus Gaz.10.05.1939, ak. Hikmet Bila “CHP 1919–1999” Doğan Kit.2.Baskı, sf.89
16 “İkinci Adam” Ş.Süreyya Aydemir, Remzi Kit., 4.Baskı 1979, 2.Cilt, sf.125–126
17 “Bitmeyen Oyun” Metin Aydoğan, Umay Yay., 37. Baskı 2005, sf.206
18 “CHP 1919 – 1999” Hikmet Bila, Doğan Kitapçılık, sf.118

KAYNAK: http://www.mutluhanizmir.com/

1961 yılında Elazığ’da doğdu. 1979 yılında Ankara Fen Lisesi’nden mezun oldu ve tıp eğitimine başladı. 1985 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olarak tıp doktoru oldu. 1984 yılında Danimarka Glostrup hastanesinde değişim öğrencisi olarak bulundu. 1996 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden ‘psikiyatri uzmanlığı’nı aldı. 1992 yılında ABD’de Maryland Crownsville psikiyari hastanesinde ziyaretçi psikiyatr olarak bulundu. 2014-2016 arasında Merkezi Paris’te bulunan ALI-Association Lacanienne International (Uluslararası Lacancı Psikanaliz Birliği) ile çalışmalar yürüttü. Aynı dönemde yine ALI’nin desteğinde ODTÜ psikoloji bölümünde yapılan psikanaliz eğitimi ve süpervizyon çalışmalarına eğitmen olarak destek verdi. Halen çeşitli kurum ve vakıflarda eğitim vermeye ve nevrozları psikanaliz yoluyla tedavi etmeye devam etmektedir. Çeşitli dergilerde psikiyatri, psikanaliz ve psikoloji üzerine yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır.